E-Posta : kestessus@yahoo.com.tr
Çanakkale’de Sarıçay kenarında yer alan Roman vatandaşlarımızın yaşadığı Fevzipaşa Mahallesi’nde yıllar önce yaşadığım ilginç bir anıyı sizlere aktarayım. Mahallelerinde yapılan bir evlenme düğününde kına gecesinde kadınlara masalar kurularak içkilerini içerek eğlenirlerdi. Zaten herkes burada bir müzik aleti çaldığından çalgıcı problemi olmaz ama, olayın en ilginç olan yanı ise burada içki içerek eğlenmekte olan kadınlara erkeklerin hizmet etmeleri, hem de hiç şikayetçi olmadan ve güler bir yüz ile. Bu eğlence esnasında bütün hizmetleri erkekler yapmakta, çocuklara bile onlar bakmakta, her şeyi ile kadınlarının rahatça eğlenmeleri için ellerinden geleni yapmakta idiler. Evet bakın çevrenize böyle bir şeyi yapabilen var mı ve sizler yapabilir misiniz? İyice düşününüz, sizler aynı şeyi yapabilir misiniz? Sanırım aynı adetleri hala devam ediyor. Benim çocukluğumun geçtiği mahallede kadınların bu türlü kavga ettiklerine hiç şahit olmadım. Bütün komşular çocuklara kendi çocukları gibi davranır, onların hatalarını görünce ikaz eder, gerekir ise kulaklarını çekerdi. Çocuklar kendi aralarında kavga etseler bile bunu aileye yansıttıklarında anneleri bunun üzerine diğer komşusunun kapısına dayanmak yerine “sen ne yaptın kim bilir?” diyerek olayı kapatır ama sırası gelince diğer çocuğa hafifçe gözdağı vermekten geri kalmaz idi. Aileler gerçekten çok anlaşırlar idi. Daha ileriki yaşlarda sigara içmeye çalışan bir çocuğu gören komşu, hem çocuğu ikaz etmiş, hem de kulaklarını hafifçe çekerek cezalandırmış, daha sonra da ailesine olayı aktararak “komşu senin çocuğu sigara içerken yakaladım” deyince komşunun cevabı aynen şöyle olmuştu: “Sigarayı alıpta neden burnuna sokmadın?” Bunun üzerine komşuda “ben gerekli ikazı yaparak kulaklarını hafifçe çektim. Sen biraz görün ama üzerine fazla gitme” diyerek de sahiplenirler idi. Çok güzel komşuluk ilişkileri vardı o zamanlar. Dönelim gene az evvel kaldığımız yerdeki mahalleye. Bu mahalleye İtfaiyenin yanından ayrılan yoldan da gidilebilirdi. O zaman Nalbantlar sokağı denilen yere gelirdiniz. Burada demirciler bulunurdu. Kocaman bir körük yardımı ile canlandırdıkları ateşte ısıtılan demirlere nal şekli verilerek imal edilir, daha sonrada buraya yakın olan hanlarda bulunan binek hayvanlarının ayaklarına çakılırdı. Bu sokak içerisinde büyük bir han vardı. Hayvan Oteli yani. Başka yerlerden gelen insanlar binek hayvanlarını buraya bırakarak kendileri de üst katlardaki odalarda kalır, buradaki işlerini takip etmek için kullanırlardı. Dolayısı ile buralara yakın olarak bu tür nal yapan ve çakan nalbantlar bulunurdu ve sanat icra ederlerdi. Sadece nal yapmazlardı elbet. O zamanlar çok kullanılan balta ve nacak denilen kesici aletleri de yaparlar veya bunların tamirini gerçekleştirirlerdi. Köylülerin kullandığı çeşitli el aletleri de buralarda imal edilirdi. Hemen aklımıza gelenleri yazmak icap eder ise bunlar küçük ve büyük çapalar, çoban köpeklerinin boynuna takılan dikenli tasmalar, köstebek tuzakları ve daha bir sürü şeyleri burada yaparlar ve satarlardı. Bu tür bir nalbant dükkanını tarif etmek gerekir ise bir giriş kapısı olduğu gibi hemen yanında kocaman bir pencere gibi bir şey bulunurdu. Bu pencere yaklaşık olarak bir metreye iki metre ebatlarındaydı ve bu büyüklükte bir tahta kapak ile kapatılır idi. Gündüz iş yeri açıldığında bu kapak yere paralel olacak şekilde indirilerek sabitlenir, üzerinde imal edilen malların sergilendiği bir nevi tezgah görevi görürdü. Aynı zamanda bunun üzerine o zamanlar çok kullanılan arabalar, katırlar,koyunlar inekler eşekler atlar v.s için kullanılan aksesuarlarda bulunurdu. Bunlar genelde mavi bir iplik ile örülmüş ve üzerine mavi nazar boncukları geçirilmiş bu hayvanları gütmek ve kumanda etmek için kullanılan yular v.s gibi malzemelerdi. Çeşitli boy ve ebatlarda çanlar atların yanlarından sarkan ve hareket halinde güzel bir görünüm sergileyen uzun renkli ipler ile örülmüş aksesuarlar vitrin gibi kullanılan yerlere sıralanır, buradan ihtiyaca göre sunulur idi müşterilere.
Bundan daha büyük bir han ise yalıda bulunurdu. Hemen Yalı Camisinin yan tarafında bulunan han (Yalı Hanı) diğerlerine göre daha büyük ve temiz görünürdü. Diğerleri gibi at pisliği kokusu duyulmazdı burada. Daha çok buraya çalışmaya gelenlerin kullandıkları bir otel havasındaydı. Bir oda içerisine dolan insanlar toplu halde burada yatar barınırlardı. Geniş bir avlu ve bunun etrafına sıralanmış bir sürü odalardan ibaretti. Bazen o kadar kalabalık olurdu ki, yaz günlerinde buranın ikinci kattaki balkon diyebileceğimiz kısımlardaki koridorlarda bile yatanlar olurdu. Şimdi burada sizleri yanıltmayayım, bahsettiğim yerde dışarıda yatanlar acaba kalabalıktan mı burada yatıyorlardı, yoksa sıcaktan mı burada yatmaktaydılar bundan emin değilim. Yalnız bahsedilen yerde yatan insanları gördüm. Buranın yıkıldığını zannetmiyorum. Her halde turistik amaç ile kullanılıyordur şimdi. Umarım öyledir. Çocukluk işte aklımda kalanlar bunlar.
Bulunduğumuz mahalle yakın olmasına rağmen bizim ailelerimizin denize gitmek ve girmek gibi bir huyları yoktu. Zaten babam itfaiyeci olduğu için haftada bir gün eve gelerek izin yapabiliyordu. Bunun için ailecek denize gitmemiz yok denecek kadar az oluyordu. Eğer gitmek istenirse mahalledeki denizin yerine karşıya Kilitbahir’e gidilirdi gözlerden uzak olmak için ama hiçbir zaman annemi denize girer iken görmedim ben. Neyse yaz günlerinde mahallenin kadınları ile birlikte toplu halde denize ancak gece gidilirdi. Deniz kenarında ve yol boyunca hiçbir ışık yok ve karanlıkta gidilir karanlıkta da denize girilirdi şimdi Hamidiye denilen deniz kıyısına. Herhalde kimsenin görmesini istemiyor utanıyorlardı. Kadınlar yanlarında bir tane gaz lambası veya fener getirirler, çok küçük bir ışık verecek şekilde yakarak ışığında otururlardı. Kız çocukları ve bazı kadınlarda üzerindeki günlük kıyafetleri ile suya girerek garip hareketler yaparlardı suyun içerisinde yüzüyorlar gibi. Ama bu olay kıyıdan hemen birkaç metre ileride ve suyun yüksekliği en fazla dizlerin üzerine çıkacak şekilde olurdu. Suyun üzerinde yatarak bir elini yere koyup, diğer kolu ile de kulaç atarmış gibi yaparak yüzmeye çalışıyorlardı. Bu arada ağızlarını da sımsıkı kapatıp gözler büyümüş bir şekilde başlarını bir sağa bir sola sallıyorlardı sanki yüzüyorlarmış gibi. Görenler daha doğrusu bu garip hareketleri yapanlar yüzdüklerini zannediyorlardı ama, hiçte yüzme değildi bu yapılan hareketler. Biraz daha yaşlı olanlar denize girip az evvel bahsettiğimiz derinlikte oturarak her taraflarını ıslatıyorlardı. Tabi ki giyinik olduklarını söylemeye hiç gerek yok. Suya girdikten sonra su diz seviyesine gelene kadar ilerledikten sonra suyun içinde oturduklarında ıslanmış olan uzun etek içi hava ile dolarak balon gibi şişer, suyun içindekini olduğundan birkaç misli daha büyük gösterirdi. Çıkma vakti gelince suyun içerisinde sürünerek kenara kadar gelip açılan bir havlu içerisine sıkıca sarılıp dışarıya çıkarlar ve kıyıda öylece beklerler idi titreyerek dudakları mosmor dişleri birbirine çarpar şekilde. Havalar ne kadar sıcak olsa da, bizim Çanakkale Boğazı’nın suyu daima soğuk olur dolayısı ile girenler biraz çok kaldıklarında titreyerek çıkarlar dışarıya. Hele birde denize girmeye alışkın değiller ise gerisini tahmin edin. Eve gitme zamanı gelince bu havlu ile gidilirdi. Bu deniz sefasına da “Banyo” derlerdi. Böyle akşamlardan birisinde denizde bir cayırtı koptu. (bu ifadeyi o günlerde ve Çanakkale yöresinde hala kullanılan bağırma anlamında bir deyim olduğu için kullandım). Bizlere göre oldukça büyük yani yetişkin kızlardan birinin bacağından oldukça fazla kan akıyordu. Ne olduğunu pek bilmiyoruz ama kadınlar “balık çarpmış” veya “balık vurmuş” diye bir kelime kullandılar. Bizler etrafında korku ve heyecan ile akan kanlara bakıyor ve “yav bu cam kesmesine benziyor” dediğimiz zamanda bizi kimse iplemiyordu oldukça ufak olduğumuzdan dolayı. Kan bacağının tam yanından ve yaklaşık olarak iki santimetre uzunluğunda bir yaradan kan akmaktaydı. Yaşlı kadınlardan birisinin yanında sigara varmış hemen kalın bir tütün demeti yaranın üzerine konularak bir tülbent ile sarılarak yaranın kanaması durduruldu. Fakat daha fazla beklemeden hemen ayrıldılar oradan, sonrasını da bilmiyorum artık.
Bu en ufaklık anılarımda birde çarşı içerisinde meşhur hamam vardı. Bu hamam Kurşunlu Camii sokağında idi ve hala burada bulunduğuna eminim. Çok küçük olduğum için bir kere buraya gitmiştim annem ile beraber. Etraftaki kadınlar ilk baştan biraz rahatsız olmuş olacaklar ki, kinayeli olarak “Babasını da getirseydin bari” diye laf atmışlardı. Ama biraz zaman geçince bizlere alışmış olacaklar ki, oldukça rahat hareketler ile işlerine devam etmeye başladılar. Annem beni yıkadıktan sonra giydirip soyunma kabinlerinin olduğu yere çıkardı. Ben orada dolaştım durdum annemler gelene kadar.
Artık okul zamanı gelip çatmıştı. İlk okula başladık. Şimdiki Barbaros Hayrettin Paşa İlkokulu o zamanlar Harmanlık İlkokulu diye geçiyordu. Karkas bina olarak bir bölüm vardı ama burası yeterli derecede büyük olmadığından okulun yan tarafında kurulu olan teneke barakalarda ders yapmaya çalışıyorduk. Ben ilk iki yılı barakada okudum. Kış günlerinin dondurucu soğuğu ile bahar günlerinin sıcak günlerinde hep burada ders yapmaya çalıştık fedakar öğretmenimiz ile birlikte. Barakaların içerisi gerçekten çok soğuk olmaktaydı ve yanmakta olan soba biraz geçtiğinde içerisi hemen soğuyarak bizleri üşütüyordu. Ortada bir yerde soba yanmasına rağmen barakanın duvarlarına yakın olanlar ile pencere kenarında oturanlar soğuk havalarda dayanamayarak öğretmenimize çok üşüdüklerini söylüyordu. Öğretmenimiz böyle durumlarda herkesi sınıfın ortasına toplayıp sıralara üçer kişi oturtarak bu problemi çözüyordu. Şimdi sobalı öğretimin kötü yanlarını göstermekte iken isterseniz konuyu değiştirip birazda başka yönlerden bakalım. Okulun hizmet görevlisi sabah erken gelerek sobayı yakıyordu ve daha sonraları sobaya odun veya kömür atılması işini öğretmenimiz kendisi yapıyordu veya sınıfın irilerinden birisine bu işi kendi kontrolü altında yaptırıyordu. Öğrenciler ceplerinde getirdikleri bazı yiyecekleri sobanın üzerine koyarak burada bir miktar pişirip ondan sonra çerez olarak yerlerdi teneffüs aralarında. Bunlar genelde haşlanmış nohut, veya mısır, kabak çekirdeği veya ekseriyetlede kestane olurdu. Köyden akrabaları tarafından getirilen kestanelerden birazını cebine koyan arkadaşımız teneffüse çıkılınca cebinden çıkardığı kestaneyi sertçe ısırıp kabuğunu yırttıktan sonra sobanın üzerine koyarak orada pişmesini bekler, ondan sonrada afiyet ile yerdi. Arkadaşlarına ikram ederek onlarında faydalanmalarını isterdi. Eğer ikram etmez isek onların büyük zarar göreceklerine inanırdık. Ailelerimiz bizlere yiyeceklerimizi arkadaşlarımız ile paylaşmamızı tembihlerler idi çok sık olarak. Eğer biz onların yanlarında her hangi bir şey yerken onlara ikram etmez isek onlar bu yiyeceğe imrenirler ve “ç.. leri düşermiş” işte biz erkek çocuklar bundan korkarak her şeyimizi paylaşırdık. Bu konu ile ilgili olarak çok hikayeler anlatır ve nasihatte bulunurdu ailemiz. Şimdi bunu başka bir yere bırakarak biz okula devam edelim diğer konuya da yeri gelince değiniriz. İşte kestaneden nereye geçtik. Bir gün çok ilginç bir olay oldu sınıfta. Arkadaşımızın kestane ikram ettiği birisi bilmediği için bunun üzerindeki kabuğunu çizmeden sobanın üzerine koymuş pişmesi için. Daha sonra her ne olduysa buraya koyduğu kestaneyi almayı unutarak ders yapmaya başladık. Sobanın sıcaklığı ile yeterince ısınan kestane içinde biriken buharı dışarıya atamayınca büyük bir gürültüyle patlayıp öğretmenimiz dahil hepimizin aklını başından almıştı korkutarak. Öğretmenimiz bir daha sınıfa kestane getirilmesini yasak etti. Fakat her kes gerçekten çok korkmuştu. Aynı barakalarda bir kere daha böyle bir korku ile zıplamıştı bütün sınıf. Bu defa patlayarak bütün sınıfı korkutan kestane değildi. Akşam üzeri bir vakitte herhalde son derste olmalıydık ki, her kes uyuklamak üzere idiler. İşte tam bu sırada “Booommmm!!” Diye bir ses ile bütün sınıf yerinden zıplamış öğrencilerin çoğu ağlamaya başlamıştı korkudan. Dışarıda birisi eline aldığı kocaman bir taş parçasını barakanın teneke duvarlarına sertçe vurunca çıkmıştı bu korkutucu ses. Hemen dışarıya baktık ama kimse yoktu görünürlerde ve olayı yapanı da hiçbir zaman öğrenemedik. Ama haddinden fazla korkmuştuk. Ben okula başlamadan önce teyzemler bu okula devam ederler iken o zamanlar okul tam gün olarak yapılmaktaydı. İşte teyzemler öğle yemekleri için eve gelir iken veya akşam okul çıkışında genelde ellerinde kocaman parlak bir kutu bulunurdu. Bu kutular üzerinde o zamanın tabiri ile gavurca yazılar bulunurdu. İşte bu kutularda bazen süt tozu, bazen Amerikalılara özgü Fıstık Yağı denilen kahvaltılık ezilmiş fıstık, krem peyniri gibi yiyecek malzemeleri öğrencilere dağıtılırdı. Hatta bir defasında teyzemin eve elindeki bir kutunun içerisinde bir çift deriden yapılmış ayakkabı ile geldiğini hatırlarım. Daha sonra bunların Marshall Yardımı olduğunu öğrendik tabi ki yıllar sonra. Bizim okula gitmeye başladığımızda ise bizlere süt ve kurabiye ikram edilirdi. Sınıflarda çeşitli kollar olduğu gibi birde beslenme kolu olurdu. Şimdikiler pek bilmez belki, bu kollar öğrencilere çeşitli faaliyetlerde başarı kazandırmaktı amaç. Bu kol görevlisi öğrenci sorumluluk almayı öğrenir ve görevini hakkıyla yapmaya çalışırdı. Mesela ben bir keresinde Meteoroloji Kolu olmuştum. Her sabah okulun bahçesinde duran bir meteoroloji kutusunu açarak içerisinde bulunan termometreden sıcaklığı okuyarak bana verilen bir deftere yazardım orada okuduklarımı. Neyse işte beslenme kolu da kendini ilgilendiren konuda öğrenci ve öğretmenine bu konuda yardımcı olmaktaydı. Bu beslenme kolu ise kuvvetli öğrencilerden seçilirdi sebebi ise süt güğümleri oldukça ağır olmaktaydı. Beslenme saati diye tabir edilen zaman geldiğinde görevli öğrenciler mutfağa giderek süt güğümü ile tatlı kek tepsilerini alarak sınıfa getirirdi. Burada söylemeyi unuttum sabahları okula gelir iken çatal ve bardaklarımızı da getirirdik bir peçeteye sarılmış olarak. Bu malzemelerimizi çıkartarak sıramızın üzerine serdikten sonra dağıtılan keklerden bir parça alarak bardaklar elimizde süt sırasına geçerdik. Bardaklarımıza doldurulan süt ile beraber keklerimizi yedikten sonra öğretmenden izin alarak lavaboya gider bardaklarımızı yıkar, ondan sonra tekrar dersimize başlardık. Çok uzun yıllar ben okulu bitirene kadar da devam etti bu uygulama. Şimdi buradaki öğrencilik zamanlarından aklımda kalan bazı olayları daha doğrusu inanışları aktarayım. Bir gün okula geldiğimizde bizim sınıftan bir arkadaşın ağzının kenarında bir yara vardı. Bu günkü adı ile uçuk dediğimiz şey. Yalnız biraz iri bir yara idi bu ve öğretmenimiz ne olduğunu sorunca öğrenci “Gece uyurken Şeytan yalamış öğretmenim” dedi. Bu söz üzerine çok kızan öğretmenimiz “neler saçmalıyorsun böyle şey olmaz. Bu tür şeylerin sebebi pisliktir. Şeytanın gelip ağzınızı yalaması mümkün değil. Hem şeytan insana dokunamaz, bu imkansızdır” dedi. “Ailene söyle seni hastaneye götürsün” deyip evine gönderdi. Ertesi gün bu çocuk okula geldiğinde yaranın üzerinde sarı bir krem tabakası vardı ilaç olarak. Şimdi insanlar neye inanıyormuş o zamanlar diye düşünmek lazım. Ne kadar cahilce bir düşünce. Daha sonraki zamanlarda bu tür uçuk olayı ve çocuklar tarafından şeytan yaladı ifadesi gündeme geldi ama bunlardan en ilginç olanı üç çocukta birden aynı zamanda böyle bir şeyin görülmesi olmuştu. Çocuklar kardeş değillerdi ve evleri birbirlerinden uzaktı. Herhalde hafta sonu birlikte oynamışlardı. Dediğimiz gibi o zamanlar Cumartesi günleri yarım gün okul vardı. Çocukların evleri birbirlerine uzak olmasına rağmen hafta sonu beraber oynamışlardı ve nasıl olmuş ise hepsinde uçuk vardı. Bu uçuk olayında genel bir inanışta şuydu. Kişiler herhangi bir şekilde çok korktuklarında dudaklarında uçuk çıkıyordu. Hala insanlar böyle dudağında uçuk çıkanlara “ Ne gördün de korktun” diyerek takılırlar bildiğiniz gibi.
(Devam Edecek)