E-Posta : kestessus@yahoo.com.tr
Çanakkale’de 1960’lı yıllarda küçük köprü dediğimiz tahta köprüden geçerek İpek Sinemasının önünden geçerek çarşıya ulaşırdınız. Bu yol taşların yan yana getirilmesi yapılmış idi ve hepside şimdikiler gibi betondan dökülmemiş bunu yerine taşlar kesilip işlenerek yapılmıştı. O zamanlar Çanakkale’de çok kullanılan At arabaları buradan geçer iken oldukça yüksek ses çıkartırdı tekerlekleri. Yine hatırımda kalan olaylardan biriside bazen bu arabalar bakımları yapılmak amacıyla atölyeye alınır, burada eskiyen kısımları yenileri ile değiştirilir tahtaları yenilenir ve bütün işlemler bittikten sonrada oldukça renkli bir şekilde boyanarak çıkardı tekrar göreve. Arabaya koşulu olan atın yanlarından uzun ve renkli malzemeler sarkardı aşağıya doğru ve araba biraz hızlandığında bu malzemeler geriye doğru giderek dalgalanır gibi olur ve hoş bir görüntü sergilerdi. Ayrıca arabayı kullanan kişi bu manzarayı ortaya çıkarmak için elinden geleni yapardı. Burası en hareketli alış veriş merkezlerinden birisiydi ama, bu alış veriş genelde toptan alım satım gibi işlerdi. Pek ifade edemedim galiba öyle ise örnek vereyim. Burada fırın ve lokanta olduğu gibi “Yemci” tabir edilen ve buğday arpa mısır bakla nohut v.s. gibi malzemeler satan dükkan vardı. Eğer evinizde canlı hayvan beslemekte iseniz mutlaka buradan bu yemlerden almak zorundaydınız. Mesela ben evde beslenen kuzumuz için buraya gelerek bakla almıştım. Bu baklayı almaya gider iken babam bana baklayı aldıktan sonra kırsınlar demişti. Hemen bu dükkanın yanında bulunan bir acayip makine çalıştırılarak içine bakla dökülür ve bir kol vasıtası ile kırılan parçaların büyüklükleri ayarlanırdı. Zaten malzeme makineye konulur iken adam size sorardı nasıl kırılsın diye. Bunların ölçüleri vardı ama biz çok sık kullanmadığımız için bunu bilemezdik. Adama kuzuya yedireceğiz deyince anlar ve ona göre hazırlardı. Suni yemler yoktu o zamanlar. Yine aynı sokak üzerinde bir tane Derici Bayram vardı. Bu dükkana aralıklar ile deriler gelirdi iyice sarılmış ama etrafından kanları görünen. Yalnız bu deriler bu dükkanda pek fazla durmazdı. Hemen en kısa zamanda buradan alınarak bir yerlere götürülürdü işlenmek için sanırım. Dolayısı ile bu işyerinde pek kötü koku bulunmazdı. Köylü vatandaşlar bazen arabalarına yükleyerek buraya deriler getirip bırakırlardı. Buranın hemen ilerisinde o zamanlara göre işkembe çorbasını en iyi yapan bir lokanta vardı ve buranın çorbasını içmek için erkenden gelir çorba içer ondan sonra giderdim çalışmaya yaz aylarında. Bir çorba elli kuruştu ama ben fırına uğrayıp yarım taze ekmek alıp çorba içmeye gittiğim zaman bana toplam olarak kırk kuruşa mal oluyordu. İyi para idi o günlere göre. Biraz daha ileriye gidildiğinde daha evvel bahsettiğimiz Gibi Kasaplar Çarşısı bulunurdu. Adından da anlaşıldığı gibi burada kasaplar bulunurdu ve küçük dükkanlarında hizmet verirlerdi. İnsanlar alışkın oldukları kasaplardan yaparlardı alış verişlerini ve mecbur kalmadıkça başkasına da gitmezlerdi. Neden böyleydi bilemem. Bu cadde üzerindekileri tek, tek saymaya gerek yok ama bu caddenin en ilginç yerlerinden biriside burada bulunan bir meyhane idi. Ben hiçbir zaman içerisine girmedim ama anlatılanlara göre sinemada gördüğümüz o eski nostaljik mekana benziyormuş. İçki olarak tezgahın hemen arkasında bulunan büyük bir ağaç fıçının yine ağaçtan yapılan musluğunun açılması ile su bardaklarına doldurularak ikram edilen şarap. Çanakkale’nin meşhur Kızoğlu Şarabı. O zamanlar çocuk olduğumuz için buralara giremiyorduk tabi ama buranın bir meyhane olduğunu biliyorduk. Ön cephede bulunan küçük pencerelerin üzerinde ince balık ağı gibi bir perde olduğundan içerisi görünmüyordu. Biraz daha ileride köşede mevsimine göre seyyar satıcılar olurdu demiştik daha evvel anlatmıştık burayı. Bu caddeyi geçerek düz olarak gittiğinizde sol tarafta kocaman Tekel deposu vardı taştan yapılmış bir bina olarak. Zaman ,zaman buranın önüne at arabaları yanaşarak içeriden tekel ürünlerini satın alan bayiinin malzemelerini arabaya yükleyip taşırlardı istenilen yere. Ama daha ilginç bir anıyı anlatayım size. Bazı tekel bayilerinin devamlı çalıştıkları At arabacıları vardı. Bunlar bayi adına buradan aldıkları malzemeleri arabaya yükleyerek götürüp dükkanlarına teslim ederlerdi. Bu ürünlerin satışı peşin para olduğuna göre ve bu arabayı kullanan kişide bu kadar para olmayacağına göre sanırım uygun miktarda parayı teslim alarak gelip malzemeyi ambardan çekip daha sonrada teslim ediyorlardı. O zamanlardaki insanların birbirlerine olan güvenine dikkatinizi çekmek istiyorum. Arabanın üzeri tepeleme dolu olur, arabanın tabanına koliler içerisindeki içki ve ispirtolar yerleştirilir onun üzerine de çuvallar içerisindeki sigaralar konularak taşınır, araba sahibi her tarafı dolaşarak teslim ederdi bu malları. Bir keresinde rüzgarlı bir kış gününde yine az evvel bahsettiğim araba oldukça fazla miktarda yüklemiş Harmanlık Mahallesine doğru gider iken tam koca köprünün ( Şimdiki Atatürk Köprüsü) üzerinde esen rüzgarın sertliği ile arabanın üstüne konulmuş olan çuvallardan birisi havalanarak köprünün üzerine düştü. Çuvalın ağzı da açık olmalı ki, sigara paketleri etrafa dağıldı. Arabacı hemen aşağıya inerek bunları toplayıp tekrar yüklemek ile meşgul iken rüzgar bir başka çuvalı indirerek düşürmüştü yere. Elbette trafik durdu orada. Zaten o zamanlar çok fazla araçta yoktu etrafta. Olayı gören insanlar hemen koşarak yardım edip düşenleri toplayarak yerleştirmeye yardım ederler iken bir yandan da şaka yollu takılarak “yahu bu malları yerlere atma. Sonra ayağımıza takılırda düşeriz sonra amman haaaa” diyorlardı. Yardım edenlerin hemen hepsi bu arabacıya ismi ile hitap ediyorlardı. Herkes birbirini tanırdı o günlerde. Yine yanlış hatırlamıyor isem her gün mal teslimi yoktu. Neyse her zaman buradan geçer iken burnunuza kesif bir tütün kokusu ile ispirto kokusu çarpardı. İspirto en çok kullanılan malzemelerden birisi idi. Hemen her evde en azından bir yetmişlik rakı şişesi büyüklüğünde ispirto mutlaka bulunurdu. Tüplü ocaklar olmadığı için gaz ocağı denilen sarı pirinçten yapılmış ocaklar vardı ve bunları yakmak için nedense ispirto kullanılırdı. Uzun bir telin ucuna bir miktar pamuk sarılır bu ispirtoya batırılarak ıslatılıp yakılarak ocak tutuşturmada kullanılırdı. Ocakların yanma kafasının yanında küçük bir hazne vardı ve buraya bir miktar ispirto dökülüp yakılarak ocak yanma kafasının kızdırılması sağlanır, ondan sonra ocak pompası basılarak yanma sağlanırdı. İspirto sadece tekelcilerde değil bakkal dükkanlarında da bulunurdu. Çünkü biz bakkal gaz yağı almaya gittiğimizde bir şişede ispirto alırdık. Kahveci ve lokantacılar çok kullanırdı yine ispirtoyu işlerini görmek için. Daha sonraları bazı ayyaşlar tarafından bu ispirtonun içecek olarak kullanıldığını duymuş şaşırmıştık. Çarşıda iken tekrar evelere döndük ne ilginç. Tekrar devam edelim kaldığımız yerden. Bu tekel deposunun tam karşısında da Cami var biliyorsunuz. Tezat mı, hoş görü mü karar verin. Biraz daha ilerleyip sola dönünce geniş bir caddeye çıkardınız ve sağ tarafta ağaçlar arasında Kız Meslek Lisesi o zamanki adıyla Kız Sanat Okulu. Çanakkale’nin okullar arası spor faaliyetlerinde oldukça iddialı bir yeri vardı bu okulun. Buradan sol tarafa baktığınızda ise bahçesinde mermer lahitler ile heykellerin bulunduğu Müze vardı. İlk okulda öğrenci iken okul müdürümüz bütün okulumuzu toplayarak bu müzeye getirmişti bizleri. Bir tane kocaman lahit vardı. Köylülerden birisi tarlasını traktör ile sürmekte iken buraya bağlı olan pulluk bu lahite takılarak bulunmuştu yani tamamen tesadüf eseri olarak. Lahit kapağının yan tarafında uzun bir iz vardı sanki nasıl bulunduğunu anlatır gibi. Çok uzun yıllar sonra bu lahiti tekrar gördüğümde aynı iz duruyordu üzerinde. Sabah okulun yarısı öğleden sonra diğer yarısı. Görevliler en ufak ayrıntıya kadar her şeyi anlatarak izah ediyorlar her sorulana bıkmadan usanmadan cevap veriyorlardı. Altından yapılmış yaprakları olan çok güzel bir kral tacı dikkatimizi çekmişti o gün. Sanırım Truva’da bulunmuş. Orada bulunan her şeye dikkatlice bakınca müdürümüz bizleri Truva’ya da götürmeye söz verdi. Takip eden günlerde öğretmenimiz müzede gördüklerimiz hakkında ödev vermişti bizlere orada gördüklerimiz ile ilgili olarak. Daha sonralarda Truva harabelerine de giderek görmüştük okul olarak. Buradaki cadde öyle pek fazla işlek olmayan bir yerdi. Ama bu yola paralel olan bir üst cadde Aynalı Çarşının olduğu cadde yani çok hareketli bir yerdi dükkanlar sarraflar, tuhafiyeci kırtasiyeci v.s bu cadde üzerinde bulunduğu gibi. Okullar açıldığı zaman öğretmenimizin vermiş olduğu listeye göre ya aynı cadde üzerindeki Hafız Cahit denilen yere uğrardık yada daha ileride İş Bankasının karşısında kalan kavşaktaki Okullar Pazarına. Burası daha sonra açılmasına rağmen oldukça tutulmuş bir yerdi. Çünkü kırtasiye malzemeleri burada daha ucuzdu her zaman. Hem çocukların ilgisini çeken çeşitleri de daha fazlaydı. Şimdi bu satırdaki olaylar ile ne kadar alakası var demeyin anlatacağım olay başka konulara doğru yönelmesine rağmen en sonunda buradaki konu ile birleştiğinden aktarmak istedim. Babam çalıştığı yerden aldığı maaş haricinde bazı kağıtlar getirirdi eve. Bunları büyük bir itina ile saklayıp zamanı gelince üzerindeki bazı kuponları keserek yanına alır götürür paraya çevirirdi bankada. Bazen kış bastırınca elde yeterli para bulunmaz ve bu kağıtları götürüp zamanı gelmeden önce bozdurup maddi bir gelir sağlarlar idi. Bunun adı “BONO” imiş. Neden verirlerdi bilemem. Yalnız benim aklımda kalan bir şey şuydu. Okullar açılmıştı ve alınması gereken kitap defter v.s. gibi malzemeler vardı ama maaş günü olmadığından bunları almakta zorlanmıştı zavallı babam. Okulların açıldığı gün biz okula sadece bir defter ve kalem ile giderdik. Sınıflarımız belli olunca bizi okutacak olan öğretmenimiz bize ders yılında okuyacağımız kitapları ve gerekli olan defterleri yazdırır ve en kısa zamanda bunları alıp gelin derdi. O akşam bunların mutlaka alınması gerekiyordu, yoksa öğretmen kızar diye biz ailemize psikolojik baskı yapıyorduk. İşte böyle bir zamanda babam akşamdan evde bulunan bütün bonoları çıkartarak üzerindeki kuponları kesmeye çalıştı ama hangilerinin kesileceğine karar veremeyince ertesi gün hepsini yanımıza alarak bankaya götürmeye kara verdik. Ben okuldan geldikten sonra İş Bankasına hep beraber giderek ben annem ile beraber kenarda bir yerde bekler iken babam veznede bulunan tanıdık bir görevlinin yanına giderek bu kağıtları verdi. O görevlide hepsini tek tek inceleyerek gerekli olanları bir makas yardımı ile keserek diğerlerini babama geri verdi. Sonra kestiği, bu kuponlar karşılığında değerleri kadar parayı çıkartarak babama teslim edince bizde Okullar Pazarına giderek ihtiyaç duyulan kitap defter v.s. gibi okul gereçlerini alarak eve dönmüştük. Babam bu arada bir miktar sevincini belli etmişti gülerek. Kuponlar karşılığında babamın hesapladığı miktardan daha fazla para ödemişlerdi çünkü. Şimdi bu kuponları neden veya nasıl verirlerdi bilmiyorum. Yine aklımda yanlış kalmadı ise bunlara “Tasarruf Bonosu” diyorlardı. Şimdilerin hangi kağıtlarının yerine geçmekte bilmiyorum.
İleriye Yalı denilen tarafa doğru gidildikçe buradaki dükkanlar daha pahalı ve lüks malzeme satan yerlerdi ve buralara girmek bir ayrıcalıktı o zamanların insanları için. Hatırlayanlar bilirler Muharrem Yasa’nın dükkanı vardı. Beyaz eşya satanlarda buralarda bulunurdu ilk zamanlar. Yalı caminin yanından geçerek devam edince sahilde balıkhaneye gelirsiniz ve her zaman tezgahlarda mevsimine göre taze balık çeşitleri ve bağıran tezgahtarlar bulunurdu. Yaz günlerinde herkesin bir hastalık derecesinde satın alarak tükettiği Sardalye balığından bahsetmek gerekir ise; tutulan balıkların üzerinde pulları olanlar burada ve mahalle arasındaki seyyar satıcılar tarafından satışa sunulur pulları dökülenler ise toplu halde İstanbul’a gönderilirdi. Çünkü boklu kebap yapmak amacıyla satın alınan balıkların üzerinde pullarının olmasına dikkat edilir ve yetecek kadar balık mutlaka öğleye kadar satın alınarak tüketmeye hazır hale getirilirdi. Kesinlikle yıkanmaz temizlenmez ve o şekilde mangalın yanına getirilerek ızgara üzerinde pişirilip yenirdi. Hele hafta sonları bu balığı satın alanlar mahalleli olarak toplanıp bir kamyon kasasının arkasına dolarak ya İntepe Köyü altındaki Çamlık denilen yere giderlerdi, ya da sahilde yer bularak bir deniz kıyısına. Burada deniz yakın olduğu için balık ızgara üzerine konulmadan torbası ile son bir kez deniz suyuna batırılıp çıkarılarak ondan sonra pişirilirdi. Çanakkale’nin bu Sardalye kültürü ile yetişen halkı bu anlattıklarıma uyardı mutlaka. Tezgah başına gelerek balıklara bakarak “bunlar ateş ile tutulmuş” diyerek almazlardı çok mecbur kalmadıkça. O zamanlar oldukça uzun ve burunları yukarıya doğru kalkık balıkçı sandalları vardı. Kürek teknesi derlerdi bunlara ve bu tekneler yapımlarının özelliğinden dolayı kıyıya oldukça fazla yaklaşarak hareket edebilirlerdi. Hatta bu teknelerden bahseder iken küreğin bir tanesi karada diğeri denizde yinede gider derlerdi. İşte bu teknelerin baş taraflarında ileriye demirden yapılmış uzantılar vardı. Bu uzantının en uç kısmında yuvarlak olarak yapılmış üzerinde ateş yakılmaya müsait bir bölüm vardı. Balıkçılar buraya deniz kenarından topladıkları ince odun parçalarını koyarak yakılmaya hazır hale getirerek açılırlardı denize. Sardalye balığını denizde bulduklarında ağları çeker iken bu odunların üzerine döktükleri bir miktar mazotu ateşleyerek ışık yaparlardı kendilerine etrafı daha rahat görmek için. Bu ışığı gören sardalye balığı olayın şoku ile üzerindeki pulu atarmış işte bu balık pek makbul olmazdı. Çünkü boklu kebap yapar iken olduğu şekilde ızgara üzerine konulduğundan balık pullarının içinde tamamen kendi yağı ile piştiğinden daha lezzetli olurdu. Eğer imkan bulabilir iseniz birde bunları asma yapraklarına sararak ızgaraya koyupta pişirirseniz asma yapraklarının lezzetli ekşiliği balıklara geçerek çok daha güzel bir tat verirdi. Burada geçmiş zaman kullanmasak daha iyi olur. Ben hala balığın bu şekilde olanını aradığım gibi aynı yöntemi kullanarak pişirmeyi tercih ederim ve öylede yaparım. O zamanlarda tezgahlarda karides, böcek v.s. gibi malzemelerin satıldığını hatırlamıyorum. Çanakkale halkı pek alışkın değildi bu tür yiyeceklere ama zaman içerisinde bunlara da alıştılar. Hele bir zamanlar tezgahların üzerinde karides bolluğundan geçilmiyordu ve balıktan daha ucuz satılmaktaydı. Bu balıkhanenin bulunduğu caddenin üzerinde Sıtkı Babanın yeri diye bir lokanta vardı. Küçük bir yerdi. İçeriye girer iken hemen sağ tarafta yemeklerin sergilendiği tezgah ileride merdivenler ile çıkılan bir yer vardı. Burası yükseltilerek alt tarafı Lavabo haline getirilmişti. Bu altta kalan kısımlarda da masalar vardı elbet. Buranın müşterileri genelde öğle paydosuna çıkan memurlardı. Kadınlı erkekli olarak gelerek burada yemeklerini yer sonrada dönerlerdi işlerinin başına. Aklımda kalan en meşhur yiyecek ise beni her zaman cezbetmiştir ve bazen buraya giderek bende yerdim. Gömlek içine sarılarak fırınlanmış iç pilav. Bunu her zaman bulabilirdiniz ama oldukça ağır bir yemek olduğundan her mevsim yenemeyeceğinden bu zamanlarda gömlek yerine lahana yaprağına sarılarak fırınlanıp öyle ikram edilirdi. Şimdilerde bu tür yiyeceğe hemen hiçbir yerde rastlayamıyorum lokantalar olarak kastediyorum tabi ki. 2002 yılında aynı yer kapalı olarak duruyordu ama elbette lokanta değildi. Aynı cadde üzerinde Şehir Lokantası bulunurdu ve buradan geçer iken imrenerek bakardım içerdekilere nedense. Emekliler Bahçesi denilen yerine tam karşısında köşede bir şarküteri vardı o zamanlar. Burada içkilerin yanında sucuk pastırma tuzlu balık lakerda v.s. gibi şeyler satılırdı. Ne zaman bu dükkanın önünden geçseniz sizi içerdeki malzemelerin kokusu karşılardı hep. Hele kapının üzerine asılmış olan “Kulak” sucukların görünümü yanında tadı da enfesti. Yalnız bu sucuklar lezzetli olmasının yanında oldukça acı olarak imal edilirdi. Bir gün bu yalıdaki terzinin yanında çalışır iken akşam eve gitmek için buradan geçer iken dükkanın önünde bulunan kasaların içerisinde kırmızı renkli kol gibi bir şeyler vardı ve sahibi bunları alarak içeride yüksek yerlere asıyordu. Hiç böyle bir şey görmemiştim bu güne kadar. Burnuma her zamanki olağan kokular gelmesine rağmen daha değişik kokuda geliyordu. Dükkan sahibine bu uzun kırmızı şeyleri göstererek ne olduğunu sordum. “Pastırma” dedi. İyi güzelde neydi pastırma. Bizim oraların alışkın olmadığı bir şeydi ama buralara kadar gelmişti işte. İlk defa o zaman görmüştüm pastırmayı. Nereden nereye.
(Devam Edecek)