E-Posta : kestessus@yahoo.com.tr
Çanakkale’de Koca Süleyman dedem yani üvey dedem Çanakkale’de bize gelirdi bazen. Onun Özbek Köyü’nde bir kahvehanesi vardı. Bende köye gittiğimde buraya gider sözde yardım ederdim. Köşede yanmakta olan ateşin üzerinde bir çay kazanı vardı. O zamanlar tüpler falan yoktu. Sabahtan kömür yakılır, köz haline gelince de kazanın altına konurdu. Bazı sigara paketlerinin içerisinden çıkan alüminyum Folyo, yanan kömürlerin üzerine kül ile birlikte kapatılarak hızlı yanma yavaşlatılırdı. Geceleri de ışık olarak lüks lambası kullanılırdı. Akşam hava kararmadan önce Lüks lambasının altındaki depo kısmına gaz yağı doldurulur yanmaya hazır hale getirilirdi. Hava kararmasına yakın bu lüks lambaları yakılarak altlarına kendi pompası ile hava basılarak parlak bir şekilde yanması sağlanırdı. Bir kere yakılıp havası basıldıktan sonra gece boyunca idare ederdi. Gelen müşterilere çay kahve gazoz veya o zamanların oldukça meşhur içeceği Somata verilirdi. Somata badem tozundan elde edilirdi. İsteyenlerin kahvesi kömür ateşinde yapılırdı ve müşteriler kahve ister iken benim kahvem nohutlu olsun derlerdi veya sadece nohut kahvesi isteyenlerde olurdu. İkinci Dünya Savaşı yıllarında her şey gibi kahve de bulunamayanlar arasına girmişti. İşte bu zamanlarda bizim akıllı insanımız o müthiş aklını çalıştırarak keyif yapmanın yolunu bulmuş kendisinin yetiştirme (üretme) imkanı olduğu Nohut’u yanacak kadar kavurduktan sonra kahve değirmenlerinde çekerek kahve ihtiyacını gidermişlerdi. Buna nohut kahvesi demişlerdi. Kahveye benzemesine rağmen kendine has bir kokusu ve lezzeti vardı. İşte bu lezzetli aromaya alışan o güne göre yaşlı olan insanlar buna alıştıklarından şu anda bol miktarda bulunan kahvelerine nohut ilave ettirerek değişik aromayı yakalamaya çalışıyordu. Dedem bunları bilip insanları da tanıdığından sadece kahve istediğini söyleyenlere nasıl olduğunu bilir hemen hazırlardı. Köyün en yaşlısı kendine ayrılmış olan yere gelir otururdu. Hemen herkesin yeri belliydi kahvede. Her akşam aynı yere otururlardı. Kimse kimseye bir şey söylemez, ama herkes bu kurala saygılı bir şekilde uyardı. Hatta çok yaşlı birisi vardı ki, hatırı sayılır olmalı kahveden içeri girince herkes ayağa kalktığı gibi sıraya girerek bir de elini öperlerdi. Bende en çok gazoz açmasını severdim ama o zamanlar bazı işleri yapamayacak kadar küçüktüm. Duvarda kocaman bir radyo vardı. Bunun yanında da yaklaşık olarak orta boy bir tavla büyüklüğünde de pili vardı. Bu radyo açılarak gelen insanların haberleri dinlemesi sağlanırdı. Zaten erkekler evden çıkar iken “Setremi (ceket) verin ben Gaaveye (Kahveye) Ajans (Haberler) dinlemeye gidiyorum” derler evden öyle çıkarlardı. Tam, ajans saatinde herkes kahveye gelmiş çayını veya kahvesini almış ajansın başlamasını beklerlerdi sessizce. Kimse konuşmaz dikkatle dinlerlerdi. Haberlerden sonra radyo müzik yayınına geçince bu zamanda haberler üzerine konuşurlardı. Kahvehanenin bir köşesinde kitaplık gibi bir şey vardı. İçerisinde çok fazla olmasa da bazı kitaplar vardı. Bunlar bazı tarım veya hayvancılık ile ilgili ders kitapları gibi bir şeydi. Birde çok fazla kalın olmayan bir roman gibi bir kitap vardı. Adı “Kan Kalesi” idi. Bazı kişilerin buraya gelerek bu kitapları alarak okuduklarını hatta bazı yaşlılarında bu okunanları dikkatle dinlediğini hatırlıyorum. Bu arada köy korucularını hiç unutmayalım. Bu köydeki Korucunun üzerinde kahverengi bir üniforma vardı. Başında da aynı renkten ve siyah bir güneşliği olan şapka vardı ve tam ortasında bir yıldız vardı parlak metalden. Altta ise sivil bir külot pantolon bulunurdu buna yakın bir renkte. Fakat daima omzunda bir Mavzer Tüfek ile gezerdi. Normal zamanlarda bu tüfek omuza asılı şekilde dururdu ama atına bindiği zaman bu tüfeği çapraz olarak sırtına asardı. Köyün etrafında dolaşarak hayvanların başkalarının tarlalarına girmesini kontrol ederdi. Bir keresinde kahveye gelerek oradakilerden birisine ineklerinin bilmem kimin tarlasına girdiğini bunun önlemini almasını söyledi. Bu tarlaları dolaşmak onun görevleri arasında mı idi, yoksa bir şikayet oldu da gidip kontrol ettikten sonramı bu şekilde konuştu tam olarak bilmiyorum. Bazen köy içerisinde dolaşıp bağırırdı “Bu gece köy odasında muhtarın toplantısı var herkes gelecek” diye. Bir akşamüzeri idi. Ben dedem ile beraber hazırlıkları yapmakta iken dışarıdan güçlü bir nal sesi geldi. Birisi atın üzerinde dört nala bir hızla geçti kahvenin önünden. Acaba bir şey mi oldu diyerek dedem hızla kahvenin dışına çıktı. Zaten çok uzun boylu birisi olduğundan sadece bir iki adımda kapıdan çıkarak bahçeye ulaşmıştı. Bende çocuk merakı ile dışarıya çıkmakta iken dedem ile bahçede bulunan birkaç kişinin arasından birisinin gülerek “De gidinin çobanı ne oluyo len” dediğini duydum. Bende kahvenin bahçesine daha doğrusu terasına çıktığımda teras diyorum çünkü kahve birkaç metrelik yükseklikte idi ve buraya sekiz on basamak merdiven ile çıkılıyordu. Neyse yola baktığımda tam koşumlu çok güzel bir atın üzerinde bir adam vardı ve at çatlarcasına süratli gitmekteydi arkasından tozlar çıkartarak. Atın her adım atışında adam yukarıya zıplıyor, ondan sonra eğerin üzerine düşüyordu. Bu hareketin yanında adamın her iki kolu birden önce bir havaya kalkıyor sonra aşağıya düşüyordu. Ama bu kollarının hareketleri vücudunun hareketleri ile tam ters olarak hareket etmekteydi. Kollar vücut havada iken kollar aşağıda, kollar havada iken vücut aşağıda olarak hareket ediyordu. Atın üzerindeki kişi köyün zenginlerinden Hasan ağanın yanında çobanlık yapan birazda aklı kıt birisiydi. Hasan ağa evine geldikten sonra bu kişiye atını vererek götürüp harman yerine bırakmasını söylemiş. Bu harman yeri köyün hemen dışında yani yakın bir yerdi. Atın üzerindeki adamın bu halini gören yaşlılardan birisi bir şeyler söyledi ama ben dahil ne söylediğini anlayamadık. Bunun üzerine etraftakilerden birisi “Ne diyon koca dayı” dedi ama bu hitap “koca dayı” olarak mı idi yoksa “hacı dayı” olarak mı idi pek emin değilim. O zaman yaşlı adam daha anlaşılır bir ses ile “göyün aptalı ata binince gendini ağa oldum zanırmış” deyince etraftakilerin hepsi güldüler bu benzetmeye. Çok güzeldi ve tam zamanında tam yerinde yapılmıştı benzetme. İlginç bir anı benim için işte.
Bazen kahvede çok yaşlı olanlar eski savaş anılarını anlatırlardı. Bu hangi savaştı bilemem ama süpürge tohumlarını öğüterek un haline getirip ekmek yaptıklarını veya düşman ile savaştıklarından bir köy içerisinde siperde kalarak dışarıya çıkamadıklarından bu arada sokak içerisinde bulunan bir kediyi mavzer ile vurarak yemek yaptıklarını anlatırdı. Açlık ile başa çıkmak için ayaklarına giydikleri çarıkları kaynatarak içine çeşitli otlar koyup çorba yaparak içtiklerini söylüyordu yaşlı dedelerden birisi. Dinleyenlerden “hadi bee yinirmi o” deyince yaşlı dede “aç gal bakalım yiyonmu yimiyonmu” diyerek cevabı yapıştırdı hemen karşısındakine birazda kızarak. İşte bu zamanlarda nohuttan kahve yapmasını da öğrenmişlerdi. İnsanlar sıkıştıklarında neler icat ediyorlar. Allah bir daha o acı günleri göstermesin.
Dedem ile birlikte kahvede fazla zaman geçirdiğimden insanları incelemek fırsatı da buluyordum. Çok yaşlı olanların haricinde sakallı erkek yoktu. Yalnızca tarla işleri ile uğraştıklarından zaman bulup tıraş olamamış birkaç günlük sakalları olanlar vardı ve bunlarda hemen kahvenin yanında bulunan bir berbere olurlar idi tıraşlarını ve kahvede oturmakta iken berber gelerek sıradaki müşteriyi çağırırdı. Bu berberin aynı zamanda köyde dişi ağrıyanlarında bir kerpeten yardımı ile dişlerini çeker imiş. Bunu hiç görmedim sadece anlatırlar iken duydum. Şimdi insanların sakallarından bahsetmiş iken o zaman çok kullanılan ve adına “badem bıyık” denilen bıyık şeklinden bahsetmek lazım. Bu bıyık şeklini tarif etmek için Hitler bıyığı der isek çok daha kolaylıkla anlayabilirsiniz. Bu bıyık şekli Hitler’e özenerek mi bırakılıyordu yoksa çok moda olduğu için mi bilmiyorum. Birde rahmetli Sadri Alışık tarafından kullanılan bıyık şekli çok kişi tarafından kullanılmakta idi.
Dedemler köyde iken aklımda kalan olaylardan bir tanesi de Bursa eski ana yolu üzerinde bir taş ocağı vardı. Köyün arka yollarından bir yerden giderek bu ocağa ulaşırdık. Kocaman bir yerdi. Adamlar tepelere tırmanarak bu taş blokları arasında ellerine aldıkları ağır çekiçleri uzun çelik malzemelere vurarak taşlarda delikler açarlardı. Daha sonraları bu deliklere dinamitler yerleştirilirdi. Ben işaret verildiğinde yolun bir ucuna giderek elimdeki kırmızı bayrağı sallar Bursa tarafından gelmekte olan araçları durdururdum. Bir kişide Çanakkale tarafından gelen araçları durdururdu. Herkesten hazır işareti alınınca dinamitler ateşlenerek patlatılır ve işlem tamamlanırdı. Patlama olayı bittikten sonra kısa bir süre beklenir, ondan sonra ana yol üzeri kontrol edilerek eğer var ise taş ve moloz parçaları temizlenir ondan sonrada araçlara bu defa yeşil bir bayrak ile geç işareti verilirdi. Burada gece dedemle beraber kalarak kulübede yattığımı hatırlıyorum. Benim aklımdan çıkmayan iki olaydan bir tanesi gene böyle bir dinamit atımı sırasında bana git ağacın arkasına saklan demişlerdi. Ben hemen yolu bölüp karşıya geçerek oradaki büyük bir ağacın arkasına saklanacaktım. Fakat ben daha koşarak yolu geçemeden dinamit patladı. Ben koşmaya devam ederken bir anda ayaklarımın yerden kesildiğini fark ettim. Benim koşarak karşıya geçemeyeceğimi fark eden dedem bir anda fırlayıp beni yakaladığı gibi havalandırdı. Daha ne olduğumu anlayamadan dedemle birlikte yolun öbür tarafımdaki ağacın arkasına beraber düşerek yuvarlandığımızı hatırlıyorum. Aynı anda birkaç adet iri taş parçasının az evvel benim olduğum yere hızla düştüğü gibi arkasına saklandığımız ağaca da çarptıklarını gördük. Bu ağaca çarpan taşlardan birisi en azından benim o zamanki halim kadar vardı. Bu anlatılan mevki ye geliş ise, Umurbey tarafından Çanakkale yönü olarak düşünürseniz bahsedilen yolun hemen aşağısında yani taş ocağına gelmeden önce yol bir müddet düz olarak geldikten sonra yaklaşık olarak doksan derecelik bir dönüş ile sola dönerek bayır çıkmaya başlardınız bayırın en uç noktasına geldiğinizde tekrar yaklaşık doksan derecelik bir sağa dönüş ile devam ederdiniz yokuş yukarıya çıkmaya. O zamanki araçlara göre oldukça sert bir yokuş idi burası. O zamanlar etrafta fazla araçlar olamadığında öyle pek Trafik kazası falanda olmuyordu veya nadir de olsa bizler duymuyorduk. İşte az evvel anlattığım yerde oldukça büyük bir trafik kazası gerçekleşmişti o zamanlar. Hala rengini bile hatırladığım koyu mavi renkli boyalı bir “burunlu otobüs” burada ağır bir kaza geçirerek parçalanmıştı. Kazanın nasıl olduğunu hatırlamıyorum ama aklımda kalanlara bakılır ise zannediyorum gelin almaya gidenlerin doluştuğu bir yolcu otobüsü burada kaza geçirerek tam anlamı ile parçalanmıştı. Yine zannediyorum hemen orada ölenlerin sayısı yedi kişi kadarmış. Bizler kazadan hemen sonra annemler ile birlikte bir otobüsün içerisinde Lapseki tarafına gitmekte iken bu otobüsün parçalanmış enkazlarının yanından geçerek etrafa dağılmış olan arabanın parçalarını görmüştük. Hala etraftaki enkazlar üzerinde yoğun kan lekeleri vardı net bir şekilde görünüyordu. Yine o zamanlar otobüslerin bagajları üzerinde taşınmaktaydı. Buralara konulan bagajlar ipler ile sıkıca bağlanarak yolculuk yapılmaktaydı. O kazanın görüntüleri öyle korkunç idi ki benim dikkatli bir şekilde baktığımı gören annem eliyle gözlerimi kapatarak başımı öbür tarafa çevirmiş idi bakma korkarsın diyerek. Yine o zamanlar burası bu bölgenin en işlek yolu idi. Yakın zamanda buradan geçtim yollar oldukça bozuk ama taş ocağı yerinde duruyor. Fakat kullanan yok şu anda. Bendeki hatıraları saklıyor gibi durmakta yalnız başına.
Birde dedemin birebir olarak anlattığı bir olay vardı ki bu olay çok kere anlatılmıştır ve sebebi bulunmaya çalışılmış ise de hiçbir sebep bulunamamıştır. Dedem günlerden bir gün taş ocağındaki kulübesinde yatarken yan tarafta işçilerinde kaldığı kulübe vardı. Dedeminki kendisine aitti ve kimse giremezdi. İşte bu barakasında uyur iken gece bir adet oğlak giriyor içeriye. Kapı içeriden sıkıca kapalı olmasına rağmen içeriye nasıl girdiğini anlayamıyor dedem. Oğlak kara renkli bir şey olup pekte öyle iri bir şey değil. Bu oğlak gelerek dedemin üzerine çıkıyor ve orada öylece dedemin yüzüne bakıyor. Dedemin anlattığına göre; “bu üzerime çıkan oğlak o kadar ağırdı ki, onu üzerimden kaldırıp atamadım” diyor. “Üzerimden atmayı bir tarafa bırakın kollarımı dahi kaldıramadım,o kadar ağırdı ki nefes almakta bile güçlük çekiyordum” diye anlatıyordu koca dedem. Korkudan gözlerini kapatarak o zamana kadar bildiği bütün duaları okumaya başlıyor. Bir zaman sonra bu kara renkli oğlak gene geldiği gibi sessizce çıkıp gidiyor. Dedem korkudan yerinden bile kıpırdayamıyor. Sabah olup güneş doğduktan sonra kalkarak etrafı kontrol ettiğinde kapının ardına kadar açık olduğunu görüyor. Bunun mutlaka şeytan olduğunu iddia ediyor. Yahu sen akşam yatarken kapıyı kapatmayı unutmuş olmalısın o sırada da etraftan geçen diğer köylere ait bir keçi sürüsünden ayrılmış olan bir oğlak kapıyı açık görerek içeriye girmiş olabilir dediklerinde bunun imkansız olduğunu kapıyı sıkıca kapattığından emin olduğunu yeminle anlatırdı. Biz de hiçbir zaman gerçeğin nasıl olduğunu anlayamadık. Bu olay çok sık olarak konuşulurdu.
Bir keresinde de gene dedemin başına gelen başka bir olayda evde balık yerken boğazına kılçık saplanmış. Eğer yanlış hatırlamıyor isem dört beş gün süre ile hiçbir şey yiyemiyor. Halsizlikten kıpırdayamayacak hale geliyor. Açlıktan ve acıdan hali kalmamış. Bir şeyler içmeye çalışır iken nasıl oluyor ise boğazındaki kılçık çıkarak dedem ıstıraptan kurtuluyor. Daha sonraları bu olay anlatıldığında neden doktora gitmediği sorulunca “vallahi hiç aklımıza gelmedi” diyorlar. O zaman dedemlerin hali vakitleri de yerindeydi. Yani parasızlıktan değil böyle bir şeyi akıl edememişler. O zamanlardaki kafa yapılarını anlamak için bu olayı aktardım. Babaannemlerin evi iki odaydı. Odalardan birisinde bir ocak vardı. Şimdiki adıyla Şömine. Onun içerisinde ateş yanar, bir sacayağı üzerine konulan tencere içerisinde yemek yapılırdı. Aydınlanma ise gaz lambası ile sağlanıyordu. Ön tarafta büyükçe bir bahçe vardı ve yan komşunun bize bakan duvarında kocaman bir leğen gibi Kaplumbağa kabuğu duruyordu. Bunu çamaşır yıkamak için kullanırdı Babaannem. Bunun nereden bulunduğunu sorduğum zaman balıkçıların denizden tuttuklarını söylediler. Anlattıklarına göre bazı balıkçılar avladıkları kocaman deniz kaplumbağalarının kabuklarını köylere getirerek satarlarmış kadınlara, rahatça çamaşır yıkamaları için. Tabi bu arada zavallı kaplumbağaların tek suçlarının sırtlarında taşıdıkları kabukları olduğunu düşünen yok. Neyse çok kısa zaman sonra plastik malzemeler çıktıda kabuklar kurtuldu. Devam edelim anlatmaya bunu yere koyarak içine sıcak su koyup daha sonrada sabunlar ile çamaşır yıkadıklarını hatırlıyorum annem ile babaannemin birlikte. Yine bahçede eve yakın bir yerde bir tane on sekiz kilogramlık bir teneke dururdu ve içerisinde kül vardı. Yakılan ateşten arta kalan kül elenerek bu tenekenin içerisinde biriktirilir ve çamaşır yıkanacağı zaman yine bahçede yakılan ateşin üzerinde su ısıtılır bu tenekenin de içerisine su konur ve karıştırılırdı. Diğer teneke içindeki su ısınıncaya kadar bu kül ile dolu teneke içerisindeki su dinlenmeye bırakılır ve belirli bir zaman içerisinde küller suyun dibine çökerek üst kısımda berrak bir su kalırdı. İşte bu su çamaşıra ilave edilerek yıkama işlemi gerçekleştirilirdi. Bahçede kocaman bir tane fırın vardı. Etrafında ise yığılmış odunlar bulunurdu. Babaannemle beraber annemin bu fırını yakarak hazırlamış oldukları ekmekleri pişirdiklerini hatırlarım gün boyu. Yine bu köyden aklımda kalanlardan biriside kızların saçları çok uzundu. Bu saçların temizliği amacıyla bir miktar (KİL) alınır, parmak aralarında tutulurken diğer el ile ayrılmış olan bir tutam saça bu kil sürülürdü. Bunun saçları temizlediği ve parlattığı söylenirdi. Yine bu uzun saçların, olması muhtemel bitlenmeye karşı olarak ta Gaz yağı ile silinirdi. Saçların tamamına gaz yağı sürülür saçlar başın yukarısında toplanarak bir tülbent ile sarılır ve bir müddet beklenirdi. Daha sonra saçlar yukarıda iken omuzlara konulan Beyaz bir tülbent konur saçlar aşağıya doğru salınırdı. Bundan sonrada Kemikten yapılmış özel bir tarak ile (ki bu tarak çok ince dişili idi) saçlar yukarıdan aşağıya doğru dikkatlice taranarak saç aralarında olması muhtemel bit ve onlara ait sirke ve yavşakların tarak ile beyaz tülbent üzerine düşmesi sağlanırdı. Yalnız bu saçları temizleme malzemesi olarak kullanılan gaz yağının yanık olmasına dikkat edilirdi. Bunun yanık olması demek lambada kullanılan gaz yağından alınması idi. Yine gittiğim bir düğünde gelin kızın saçları eteklerine kadar uzanıyordu. İşte bu saçlara düğün öncesinde tel sarılma işlemini anlatayım. Taranmış olan saçlardan çok ince bir tutam alınarak iki barçaya bölünür, bu iki parça saça üçüncü olarak saç boyunca hazırlanmış olan gelin teli ilave edilir ve saç örgüsü yapılarak örülürdü. Çok uzun bir iş idi. Ben seyretmekten sıkıldım, saç yaptıran ne olmuştur acaba. Daha sonraları dedemlerin köyden ayrılarak Çanakkale ye taşındıklarını biliyorum. Şehir içinde en büyük ulaşım aracı bisiklet idi o zamanlar. Dedemin de bir bisikleti vardı ama dedemin boyu çok uzun olduğundan bisiklet de oldukça yüksek idi. Çok sık olarak ziyarete gelirdi bizleri. İşte bu zamanlarda dedemin bisikletini alır bacak arası tabir edilen şekilde binerek dolaşırdım. Dedem çok uzun boylu olduğundan bisiklette çok büyük ve yüksekti. Daha sonra babam kendine bir bisiklet alınca akşam babam işten gelince ben rahatça binip geziyordum. O zamanlar etrafta çok fazla araba da olmadığından çarşı içlerine ve iskele meydanına kadar rahatça gidebiliyorduk. Biz dedemlere ile bir araya geldiğimizde dedem zaman, zaman başından geçenleri sırası geldikçe anlatırdı. Babaannem cahil ve oldukçada cimri biri idi. Ama dedemin eli oldukça açıktır ve gezmekle okumakla v.s ile bir çok konularda bilgi sahibi idi. Okuduklarını öğrendiklerini, kıyaslar içinden kendine yarayanı çıkarırdı. Bir olayı anlatırken bu öğrendiklerinden faydalanırdı. Ben elektriğin saniyede 50-60 defa gidip geldiğini ilk defa ondan duymuş ve öğrenmiştim. Çeşitli işlerde çok yerde çalışmıştı. Kendi toprakları olmadığı için çiftçilik yapamıyor bunun yanında bulduğu her işte çalışıyordu. Abidenin inşaatı, Çanakkale deki koca köprünün inşaatı, Kahvecilik, fabrikada kazancılık v.s gibi.
(Devam Edecek)