E-Posta : kestessus@yahoo.com.tr
1960’lı yıllarda televizyon olmadığından eğlence olarak insanlar birbirleri ile konuşarak vakit geçirir ve güncel olayların yanında bir çok hikaye anlatarak hem zaman geçirirler, hem de bu hikayeleri bir konuya bağlayarak öğretici bir ders verirlerdi. Genelde dini hikayeler anlatarak bundan bir ders almamız sağlanırdı. Tabi zamanında kendi büyüklerinden duyduklarını anlatırlardı. Gene konuya dönmek gerekir ise çocuklara çok önem verirlerdi demiştik yukarıda örnekler vererek. Bu örneklere bir tane daha ilave etmek gerekir diye düşünüyorum hem çocuklara önem verilmesi, hem de dini hikaye olarak. Bizlere oldukça ilginç gelmişti burada anlatarak eskiye dönük anlatılan hikayelere bir örnek daha olsun. Kasabanın birisinde sarhoş bir adam varmış. Bu kişi cami mescit bilmez, devamlı içki içerek sarhoş olur ondan sonrada kasabada dolaşmaya başlarmış düşüp kalkarak. Bir gün o kadar çok sarhoş olmuş ki, adım atacak hali kalmamış. Yürümeye çalıştıkça düşüyor yerlerde yuvarlanıyor kalkmaya çalıştıkça tekrar yere düşüyor ve yuvarlanıyormuş. Bu arada hemen yan tarafında küçük bir çocuk varmış duvarın kenarına oturmuş ve iki gözü iki çeşme ağlayıp duruyor etrafına hiç dikkat etmeden. Bu arada düşe kalka yürümeye çalışan sarhoş adam gelip tam bu çocuğun önünde düşerek yere uzanmış ve kalkmaya çalıştıkça tekrar sendeleyerek bu defa öbür tarafına düşüyormuş toz toprak içerisinde. Bunu gören ve ağlamakta olan çocuk gülmeye başlamış ve sarhoş adamın yere her düşmesinde çocuk yeni bir kahkaha atarak gülüyormuş. Kısa bir süre sonra gözlerindeki ağlama yaşları giderek yerini gülme yaşlarına çevirmiş. Hikayenin birinci bölümü bu şekilde devam edip gidiyor. İstediğimiz kadar uzatabilirim burayı ama daha fazla sıkıcı olmasın diye kısa keselim. Neyse her faninin başına geleceği gibi günü gelince bu sarhoş adam ölmüş. Baki olan Allah’tır. Bu arada kasaba içerisinde namazında niyazında alnı secdeden kalkmayan bir adam varmış. Bütün gününü oturduğu yerde ibadet ile geçirir sadece evden camiye camiden eve gider gelirmiş. Bir zaman sonra bu dindar adamda ölmüş. Bunlar Cennette karşılaşmışlar ve dindar adam şaşırmış. Bu nasıl olur bu adam devamlı içki içer sarhoş gezerdi buraya nasıl geldi diyerek etrafındaki meleklere sormuş merak içerisinde. Melekler hemen anlatmışlar bunu nasıl olduğunu. “Az evvel yukarıda anlattığımız duvarın dibinde ağlamakta olan çocuk bu sarhoşun yere düşerek kalkması esnasında küçük çocuk ağlamasını keserek gülmeye başladığı için Allahüteala bundan çok hoşnut oldu. Küçük bir çocuğun ağlamasını durdurup onu güldürdüğü için cenneti hakketti” diyerek kabul etti demiş. İşte bizim annelerimizde çocukluklarından itibaren bu türlü hikayeleri dinleyerek büyüdükleri için bunların etkilerinde kalarak çocuklara daha farklı bir biçimde yanaşırlardı. Ama o zamanın çocukları da anne ve babalarının yanında diğer büyüklere karşıda oldukça saygılı olarak davranmakta idiler. Bu saygılarını konuşma esnasındaki kelimelerle gösterdikleri gibi ek işlerini yaparak gösterirlerdi. Mahallede oyun oynamakta iken komşulardan birisinin bakkala veya fırına gidilmesi gibi bir teklifini kesinlikle kırmazlar oyun oynamakta iken bile bir koşu giderek büyüklerin işlerini görmelerine yardımcı olurlardı. Haydi şimdi bulunduğunuz ortamda komşunun çocuğunu bakkal ekmek almaya gönderin bakalım ne olacak? Denemesi bedava.
O yıllarda Çanakkale’nin dışına pek çıkılmazdı gezmek için nedense. Ama benim anılarımda kalan bir Edremit yolculuğu var ki, anlatmadan geçmeyelim. Musa dedem Edremit’te bir inşaat işi için çalışmaya gitmişti. Orada uzun süre kalacağından bir arkadaşı ile beraber bir ev tutarak yaşamaya başlamıştı. Bizde ailecek oraya dedemi ziyarete gitmiştik. Gidişimiz ayrı bir macera idi. Çanakkale’den bindiğimiz bir otobüs yaklaşık olarak dört beş saatlik bir yolculuktan sonra ancak varabilmiş idi Edremit’e. Otobüsün içerisinde oturmak için birkaç adet koltuk olmasına rağmen diğerleri tahtadan yapılmış kerevet şeklinde bir şeylerdi. Ama en azından birkaç adette kasa konulmuş idi ters çevrilerek. O zamanlar domates kasası denilen cinsten kasalardı bunlar. Bunun özelliği kasa yapılan ağaç malzemenin daha sağlam ve kalın olmasıydı. Domates kasası denilince bu gelirdi aklına insanların. İşte bu şekilde olan bir otobüs ile başladı yolculuğumuz. Biz şanslı olarak otobüsün kendi orijinal koltuklarının olduğu yere oturmuş idik. Gerçi arabanın her fren yapışında ve vites değiştirmesinde koltuk ya ileriye gidiyordu, yada geriye ama olsun.biz yolculuk yapıyorduk ya. Oldukça kalabalık bir şekilde gitmekteydik anneannem ve teyzemler ile ben ve annem. En az sekiz dokuz kişi varız yani. Ben annemin yanına dikildim ve o şekilde yolculuk yapmaktayım. Hemen arkamızda oturan bir adam bana soru sorarak konuşturmuştu beni. Nasıl oldu bilmiyorum ama söz dönüp dolaşarak kukla oyunlarına geldi ve ben arabanın içerisinde bir zamanlar Çanakkale’de gösteri yapılan yerde çok büyük bir zevk ile izlemiş olduğum kukla gösterisi esnasında duyarak öğrendiğim “Kır belini ali dayı kır belini vay” diyerek kendisine özgü nağmeleri ile söylene şarkı ve kuklaların yaptığı akıl almaz hoş hareketlerini burada hem şarkısı ile söylüyor hem de hareketlerini yapıp etraftaki insanları güldürüyordum. Arabayı kullanmakta olan şoför bile aynadan bakarak gülüyordu benim hareketlerime. Bu bir zaman sürdü arabanın içerisinde araba Devrent bayırlarına gelene kadar. Devrent bayırlarının ne olduğunu görmeyenler bilemez. Oldukça sert virajları olan ve bununla birlikte dönerek yükselen bir dağ üzerindeki yolda ne kadar rahat bir yolculuk olabilir ise oturak yerleri domates kasası olan bir araba ile de yolculuk o kadar olur işte. Sert virajlar başlayınca ben hemen istifra ederek çekildim bir köşeye. Hatta beni cam tarafına alarak yan tarafa doğru sürülerek açılan pencereden kafamı dışarıya çıkartarak oradan aşağıya istifra etmemi sağladılar. Aynı zamanda temiz hava alarak kendime gelebileyim diye. Ama bilmedikleri bir şey vardı arabanın altından çıkan koyu egzoz dumanları bu taraftan çıkarak ortamı görülmez kılıyordu koyu bir renk altında. Zaten oldukça dik olan bayırı çıkmakta olan araba zor anlar yaşamaktaydı. O kadar dik bayırlar vardı ki araç tırmanmaya başladıktan sonra aşağıya bakınca az evvel geçtiğiniz yolu görmekte idiniz eğer gelen bir araç var ise onu da tabi ki. Bu Devrent Bayırı ile oldukça ilginç bir olay anlatılmakta idi onun için burada onu da aktararak geçelim. Tabi ki bu olayı ben yıllar önce duymuştum ama sırası gelmiş iken burada anlatarak devam edelim yolculuğa. Bir gün ev eşyası taşımakta olan bir kamyon zorlanarak Devrent Bayırlarına çıkmaya çalışmakta iken yan tarafa biraz fazla gelince kamyonun dengesi bozularak aşağıya yuvarlanır. Aşağıya ne kadar düştüğünü siz hesaplayın artık devrilen kamyon taklalar atarak bir alttaki yola dört tekerleğinin üzerine düşerek hala çalışmakta olan motorun gücü tekerleklere iletildiğinden tekrar tırmanmasına devam eder. Bu olay ne kadar doğrudur bilemem. Ben yaşamadım görmedim ama etrafımızdaki insanların bunu anlattıklarını hatırlıyorum. Eğer yanlış hatırlamıyorsam çocuklar ile kendi aramızda konuşulur iken anlatılmıştı bu hikaye ve bize çok ilginç gelmişti. Bende burada aktarmayı düşündüm. Tekrar ediyorum doğruluğundan yüzde yüz emin değilim ama çok ilginç olduğu için belleğimde kalmış ve buraya aldım. Biz gene Edremit yolculuğuna devam edelim. Akşama hava karardıktan sonra vardık buraya ve dedemlerin adresini bulamadık. Tanıdık kimse olmadığından en emin yolun polislere sormak olduğunu düşünerek en yakın karakola giderek derdimizi anlattık. Gerekli araştırmalar yapılarak en kısa zamanda dedemler bulundu ve gelip bizleri aldılar kaldıkları eve gittik. Tek katlı bir evde kalmakta idi dedemler ve biz buraya giderek günün yorgunluğunu çıkarmak üzere erkenden yattık. Ertesi gün kalktığımızda etrafı daha iyi inceleme imkanımız olmuştu. Bir kere kaldığımız ev mezarlığa çok yakın bir yerdi ve hemen evin kıyısında bulunan yaklaşık olarak bir metrelik bir duvarın üzerine çıkıldığında rahatça bu mezarlığa girilebiliyordu ve mahallenin çocukları burada mezarların etrafında oynamakta idiler. Oldukça ilginç gelmişti bizlere çünkü bırakın burada oynamayı, bizler mezar kelimesine bile tahammül edemiyorduk. Neyse bunun yanında bir ilginç olayda evin içerisinde küçük bir kanal vardı ve içinden berrak bir su akmaktaydı. Bu kanal yirmi otuz santimetre derinliğinde ve yine yirmi otuz santimetre genişliğinde bir kanaldı. İçinden akmakta olan sudan faydalanmakta idiler mutfakta ve banyoda. Yanlış hatırlamıyor isem bu su evin öbür tarafında bulunan çok küçük bir bahçe içerisindeki üzeri tahta kapak ile örtülmüş bir yerden kaynamakta idi ve buradan çıkan su evin içerisine yapılmış olan az evvel bahsettiğimiz çimento kanallardan akarak evi dolaşıp diğer taraftaki bahçenin içerisinden geçip dışarıya çıkıyordu. Ondan sonra nereye gidiyor bilmem. Bahçe diye bahsettiğim yerlerde aklınıza toprak gelmesin her tarafa beton dökülmüştü ve çevresine tenekeler içerisinde çiçekler sıralanmıştı. Kanaldan bir tas vasıtası ile alınan su ile çiçekler sulandığı gibi betondan yapılmış olan kısımda yıkanarak serinletiliyor ve burada oturuluyordu akşam beş çayı için. Bir gece halk bahçesi denilen çay bahçesine giderek buraya oturmuş fıskiyeli havuzun içerisinde yüzen ördekleri seyretmiştik keyif içinde. Edremit’te kaç gün kaldım hatırlamıyorum ve inanır mısınız dönüş yolculuğunu da hatırlamıyorum ama aklımda kalan tek şey o gün akşam hava kararmasına yakın Çanakkale’ye gelmiş ve sabahleyin erkenden okula gitmiştim. Yaz bitip okullar açılmıştı ve ilk gündü. Her halde okullar kapandığında yapılan benim son yaz tatilimdi.
Yaz günlerinde babam beni çalışmaya verirdi demiştim ya. İşte bunun sebeplerinden birisinin hem bir şeyler öğrenmek hem de yerimizin belli olmasıydı. O zaman yaşana bir olay kamuoyunu yıllarca meşgul etmişti. Çok sık olarak evlerde konuşulmuştu yüreği buran bir korku ile beraber. Ayla adında küçük bir kız çocuğu kaçırılmış ve bir daha da bulunamamıştı. Kişilerin bunu kaçırarak kendisini yaralayıp sakat bırakarak etrafta dilenmeye zorladıkları anlatılıyordu. İlk zamanlar fidye için kaçırıldığı zannedilmişti ama daha sonraları bundan da ümit kesilmişti. Zaten o günlere bakıldığında bu tür olayların yaşandığının anlatıldığı filimler yapılmakta idi. Gerçekte bu minik kıza ne olmuştu bilen yok. Öldü mü? Öldürüldü mü? Yoksa gerçekten sakat bırakılarak bir yerlerde dilenmekte miydi bilen yok. Ama bu minik kızın fotoğrafları gazetelerde yayınlanarak tanıyanların haber vermeleri isteniyordu. Olay o kadar çok gündemde kaldı ki, ister istemez etrafta dolaşmakta iken üstü başı perişan bir kız çocuğu görünce herkes buna Ayla gözü ile bakıyor ve yüzüne dikkatle bakılarak gazetede ki resme benzeyip benzemediği araştırılıyordu gizli bir heyecan ile. Hala bulunamadı zannediyorum ve ne olduğunu da bilen yok. Biz gene dönelim kaldığımız yere. Bundan dolayı yerimiz belli olsun diye çalışmaya verilirdik demiştim ya daha sonraki yıllarda yalıdaki bir terzinin yanına vermişti beni çırak olarak. (O dükkanın bulunduğu yerde son günlere kadar bir manav dükkanı vardı.) Burası diğer işyerine göre daha modern idi. Denizin hemen kıyısında şimdi Kilitbahir Motorlarının kalktığı yerde Vakıf İşhanı binasının yanında. Bende denizi çok sevdiğimden boş zamanlarda kapı önüne çıkar denizi seyrederdim. Burası daha modern demiştim ya buranın ütüsü elektrikli idi çünkü. Dükkana dik açılı kalan cadde üzerinde Çanakkale’nin en zengin balıkçısı Ali Bey’in evi vardı. Benden küçük birde oğlu vardı ve sanırım adı da Hüsnü idi ama emin değilim. Oynamaya çıktığında benim yanıma gelir birlikte oynardık. Ailesi memnundu herhalde, buna rıza gösterdiği gibi yemesi için çocuğa bir şeyler vereceği zaman mutlaka bana da verirdi. O günlerden birinde oldukça iri karidesler vermişti çocuğu ile beraber bana da ve tadı da hala damağımdadır. Bu karidesler yaklaşık olarak on santimetre boyunda falan vardı. Burada bir gün çok ilginç bir olay yaşandı. Usta masanın başında mezurayı boynuna asmış kumaş biçerken bunun üzerine bir kül tablası koyar hem sigarasını içer, hem de işine bakardı. İçmekte olduğu sigara bittiğinde ağzından aldığı sigarasını parmak uçlarıyla kapıdan dışarıya fırlatırdı artık bir alışkanlık haline gelmişti onun için. Yine böyle bir günde sigarasını dışarıya attıktan hemen sonra bir adam garip hareketler ile içeriye daldı. Meğer bu adam tam bu esnada kapının önünden geçmekteymiş ama aynı zamanda da esniyormuş ve ustanın attığı sigara izmariti adamın ağzına girmiş tesadüf olarak gerisini siz düşünün. Bu olay ancak fıkralarda görülebilir zanneder insan ama işte oldu. Bu dükkanın tam karşısında Vakıf İşhanı var şimdi. Yüksek bir yapı. Daha evvel burada yani şimdi bu binanın bulunduğu yerde bir kilise varmış. Burayı hatırlayanlar var. Biraz geriye çekilerek baktığımızda kilisenin çanını görebilmekteydik fakat en üst noktada bulunan haç ise çok net bir şekilde görülmekteydi diye anlatıyorlar. Ben bu kiliseyi hatırlamıyorum. Demek ki o kadar yaşlı değilim. Zaten bunu hatırlayanlar da benden en az beş yaş daha fazla olanlar hatırlıyor. Bende görmeyi isterdim.
Gene dönelim Sinemaya. Daha evvel bahsi geçen Havranın yanında Yazlık Emek sineması vardı. Burada bir süre, sinema başlamadan önce ve antrakta o zamanın ağzıyla “Beş dakika ara” da gazoz satardım. Hem çok az da olsa elime bir miktar para geçtiği gibi sinemaya girişte bedavaya geliyordu. Bu zamanlarda filimler daha çok kahramanlık filmleri ile komedi filmleri idi. Rahmetli Sadri Alışık komedilerini burada anmadan geçmek olmaz. Sinema gerçekten bizim hayatımız idi. Dünyayı oradan öğreniyorduk. Bazen sinema başlamadan önce sahneye orkestra çıkar o günlerin popüler parçaları çalınırdı. Bu parçalar orkestraya uyarlanmış halk müziği parçaları idi.
Geçmiştekileri hatırlamak amacı ile Çanakkale’deki sinemaları ve yerlerini de anlatalım. Önce daha evvel bahsettiğimiz çay kenarında kışlık olarak kullanılan “İpek” sineması vardı. İlk zamanlar buraya aileler de giderdi. Gece suareleri ayrı, Salı günleri kadınlara Cumartesi günü öğrencilere (ki o zamanlar Cumartesi öğleye kadar okul vardı) Pazar günleri de askerlere oynatılırdı ve bu hitap ettiği kişilere uygun filimler getirilirdi. Kadınlara genelde aşk filmleri, ailelere köylü filmleri, öğrencilere komedi filmleri askerlere ise genelde avantür filmleri. Bu sinemanın salonundaki bir film afişi bizi çok gururlandırırdı. Bu sinemaya her girdiğimizde mutlaka bu afiş önünde durur şöyle gurur ile bir süzer ve bir gün bu filmin gelmesini çok isterdik. Ama hiçbir zaman gelmedi. Bu film Muzaffer Tema’nın oynadığı yabancı bir kurgu bilim filimi idi. Uzay ile ilgili bir yapım idi. İşte bu Türk artistine imrenir onun yurt dışında böyle bir yapımda görev almasını gururlanarak anlatırdık birbirimize. Bu film hiçbir zaman gelip Çanakkale’de oynatılmadı ve daha sonrada herhangi bir yerde izlemek, görmek kısmet olmadı. Çarşı içerisinde şimdiki Aynalı Çarşı denilen kısmın arka tarafında bu sinemanın yazlık yeri vardı. “Yazlık İpek” sineması. Yazın burası çalışır idi. Cumhuriyet Meydanı denilen kısımda bulunan “Emek” sineması ise daha çok aileye dönük filmler getirir o zamanların duygulu aşk filmleri ile tarihi macera filmleri burada oynar zaman ,zaman, da konserler yapılırdı. Berk ant’ ın konserine ben de gitmiştim. Havranın yanında, aynı sinemanın yazlık olanı vardı daha önce bahsettiğimiz gibi “Yazlık Emek Sineması.” Kordon boyuna çıkınca burada “Belediye Sineması” vardı ve sinema binası yapım olarak çok güzeldi. Salonu balkonu ayrı bir güzellikte idi. Daha çok Amerikan sinemasından filmler oynatılır film başlamadan önce ya dünya kupası maçlarından en önemli olanlarının golleri gösterilir ya birkaç çizgi film gösterilir yada dünya haberlerinden örnekler gösterilir idi. Bunlar yeni çıkan bir araba modelinin sunulması bir güzellik yarışmasından görüntüler v.s dünya kupası golleri gösterilirdi Halit Kıvanç anlatımı ile. Bu arada Pele ile ilgili goller gösterilirken unutamadığım iki şey var. Birincisi bir maç esnasında kaleye hücum gerçekleştirilir iken Pele topa öyle bir vuruyor ki top patlamış olarak düşüyor yere. Yani düştüğünde top Lap! diye yere yapışarak kalıyor. İkincisinde yine bir maç esnasında fakat bu defa oldukça rüzgarlı bir havada Pele topu rakip oyuncudan kurtarmak için ayağındaki topu hafif bir hamle ile rüzgara doğru atıyor. Top hafif bir şekilde havalandığında rakip oyuncular o tarafa doğru hamle yaptıklarında top rüzgarın etkisi ile geriye tekrar Pele’nin ayağına geliyor ve Pele topu kaptırmadan devam ediyor yoluna. Bu konu oldukça uzun zaman konuşulmuştu arkadaşlar arasında. Ben her ne kadar futbolu sevmesem de beni de etkilemişti bu akıl dolu oyun. Bellekte yer etmiş işte. Anlatalım dedik. Ama daha çok çizgi film hoşumuza giderdi. Gösterilen filmler ise Kovboy filmleri Amerikan ikinci Dünya savaşı filmi, casus filmleri yada Jerry Lewis komedileri. Bir keresinde orijinal adı ile “Kıssası Enbiya” (Peygamberler Tarihi) diye bir yabancı film gelmişti. Bu dünyanın yaratılışından ve Adem ile Havva'nın yani insanın yaratılışının dini kitaplarda yazılışına göre anlatımı idi. Yapılan film yabancı olduğundan bu konular tamamıyla İncil’de yazıldığı şekilde sinemaya aktarılmış idi. Orta öğrenim Din dersindeki Öğretmenimiz Yıldız Hanım hepimize mutlaka bu filme gitmemizi tavsiye etmişti. Babam o zamanlar ek görev olarak burada çalıştığından her yeni film geldiğinde ilk gece biz mutlaka giderdik. Çok kısa bir süre içerisinde sanırım valilik ve ilk öğretim müdürlüğünün ortak çalışmaları ile bütün öğrenciler buraya götürülerek izlenmesi sağlanmıştı. Anlatılanlar bizim yüce kitabımızda anlatılanlar ile aynıydı. Şimdi bile herkesin izlemesi gereken bir yapıt ama onu kim bulup çıkararak oynatacak. Aynı sinemanın hemen arkasında kocaman bir yazlık sinema vardı. Aynı seviye de filmler oynatmasına rağmen yapım olarak kışlık kadar güzel değildi. Babam İtfaiye görevinden belediyeye geçince yaşantımızda bazı değişiklikler olmuştu. Bir kere babam artık her akşam eve geliyordu. Sabah erkenden mesaiye gidiyor, daha sonra akşam olunca eve geliyordu. Kısa bir süre sonra babama belediye sinemasında ek görev verildi. Akşam belediyede işi bittiğinde eve gelir bir müddet dinlenir, daha sonra akşam yemeğinden sonra sinemaya giderdi akşam görevi için. Burada filim izlemeye gelenlerin yerlerini gösterirdi. Az evvel bahsettiğimiz gibi bu sinema daha çok Amerikan filmleri ağırlıklı olduğundan buranın seyircilerinde de gözle görülür bir değişiklik vardı. Gelen seyirciler daha çok memur tabakası olduğundan ve o zamanlar memurlar halkın oldukça üst düzeyini teşkil ettiğinden farklı bir tabaka idiler. İşte sinemaya gelen bu seyirciler kendilerine yer gösterene bahşiş verirlerdi ve teşrifatçı denilen bu yerinizi gösteren kişiye bahşiş vermemek oldukça ayıp karşılanmaktaydı. Buradan yola çıkarak babam burada yer gösterdiğinden her akşam oldukça yüklü bir bahşiş ile dönmekteydi eve. Bunlar genelde bozuk paralar idi. Gece babam eve dönünce cebindekileri divan üzerine boşaltır, bizde annemle beraber bunları ayırarak sayardık. Sayma işli bitince ben bahşişimi alırdım tabi. Daha sonra annemde yarınki ekmek parasını ayırdıktan sonra geri kalanını kumbaraya benzeyen bir kavanoz içerisine koyarlardı. Burada birikenler ile ilgili olarak kış başında odun kömür alırlardı ve onun parası da böyle çıkardı işte. Bahsedilen diğer sinemalarda belediye sinemasında olduğu gibi bahşiş olayı pek yoktu, yani insanlar bunlara pek alışkın değildi. Belediye sinemasının insanlar üzerinde eğitici etkilerini de inkar etmemek lazım. Diğer sinemalarda olan taşkınlıklar v.s. gibi olaylara burada pek rastlanmazdı. Biz haftada en az iki defa giderdik annemle beraber. Kordon boyunda biraz daha ilerleyince “Ordu Evi Sineması” vardı ve yine bina olarak çok güzel bir iç yapıya sahipti. Koltukları temizliği akustiği anlatılmaz kadar güzeldi. Film öncesi mutlaka konser verilirdi askerlerden kurulu bir orkestra tarafından. O zamanlar orkestralara yeni yeni alışmaya başlamıştık veya sinemada filmlerde gördüğümüz kadarı ile kafamızda canlandırmakta idik. Yine bir gün burada ordu evi sinemasında film öncesi orkestra bazı parçaları seslendirilir iken baterinin yanına bir de kocaman bir davul çıkartarak çalmaya başlayınca daha başka bir keyif almıştık o gün çalınan parçalardan. Bu arada çalınan ve seslendirilen parçaların çoğu halk müziği türkülerinin orkestraya uygulanmış hali idi. Ve elbette ki çok güzeldi. Bu sinemada gösterilen filmlerin çoğu Amerikan ağırlıklı filmler gösterilirdi. Yine hemen arkasında bulunan yazlık sinemada geçen bir anıyı anlatmadan geçemeyeceğim. Uzun gemiler denilen bir film seyrediyorduk. Çok güzel ama oldukça uzun bir film idi. Filimin yarısına gelindiğinde çok kuvvetli bir yağmur başladı. Biz hemen üzerine oturmak için kullandığımız şilteleri kafamıza koyarak izlemeye devam ettik. Makinist filimi durdurarak ne yapacağını bilemez bir halde bizlere sorarak ne yapalım deyince biz nasıl olsa ıslandık izlemeye devam edelim deyince tekrar başlatarak sonuna kadar izlemiştik filimi yağmur altında. Bitmesine yakın yağmur durdu ama biz eve geldiğimizde sırılsıklamdık. “Yazlık İnci Sineması” ise büyük hamamın duvarına bitişik idi. Burası sadece yazları çalışır ve bu şekilde hizmet verirdi. İlk zamanlar siyah beyaz aşk filmleri oynatmasına rağmen daha sonra Avare filminin gelmesi ile birlikte daha çok Hint filmleri getirir olmuştu. Kocaman afişler ile Muhteşem film Avare. Türkçe sözlü Hintçe şarkılı diyerek reklam yaparlardı. Bir arabanın arkasına konulan bu afişleri Çanakkale’nin içerisinde dolaşarak tanıtırlardı. Bu filimin çok uzun süre oynadığını hatırlıyorum. Hatta sıcak yaz gecelerinde kamyonların veya traktörlerin arkasına insanlar binerek yakın köylerden grup halinde gelirler ve burada filimi izlerlerdi ağlayarak. Bu tür gerçekten halkın hoşuna giden filmler oynadığında köylerden bile gelenler olurdu az evvel anlattığımız gibi araçlara dolarak. Yazlık sinemaların yaşantısı bir farklı olurdu. Hemen herkes filim izler iken bir şeyler yemek veya içmek ile meşguldü. Genelde çocuklar Gazoz içerler kadınlar ve kızlar çekirdek yerler erkeklerde sigara içerlerdi. Filmi çekirdek çıtlamaları sesi altında ve çocukların gazozları bitirdikten sonra şişelerini yere bırakmalı esnasında devirmeleriyle oluşan ve en arkadan sahneye doğru eğimli olan sinema salonunda şişenin yuvarlanarak çıkan ses gibi. O zamanki adıyla beş dakika ara yani antrakta çocukların ve gençlerin büfelere hücum ederek gazoz veya eğlencelik bir şeyler almaya çalışması esnasında çıkardıkları sesler ve gürültüler filimin başlamasını haber veren ışıkların bir miktarının söndürülmesi ile son bulurdu. Yine az evvel bahsi geçen Avare filminin oynaması esnasında çok sık olarak hıçkırık sesleri duyulur ama Raj Kaporun esprili bir hareketi ile bu hıçkırıklara gülme sesleri karışır ve kadın sanatçının ince bir ses ile şarkıya başlaması ile her şey unutulur ve esas oyuncu Raj Kaporun Averemu diyerek şarkıya başlaması ile bütün salon eşlik etmeye başlardı. Film o kadar etkili olmuştu ki artık mahalle arasında oynayan çocuklar bile “Averamu” diyerek şarkı söyleyip oynuyorlardı. Şimdi bu sinemalarda eğlencelik adı altında satılan ve yenilen çekirdek meselesine gelince orta okulda daha doğrusu o günkü adı ile Erkek sanat enstitüsü orta kısmında öğrenci iken bir edebiyat dersinde haydi bu arada sayın hocamızın adını da anarak saygımızı ifade etmiş olalım. Sayın edebiyat hocamız Tezer Hanım. O zamanlar yeni nişanlı idi Ayhan bey ile. Ders esnasında konu nereden açıldı hatırlamıyorum ama Tezer Hanım İstanbul’daki sinemalarda film esnasında bu türlü çekirdek v.s yiyemezsiniz çünkü yasaktır zaten perdenin hemen yanlarında kocaman olarak “Salonda Kabuklu Yemiş Yemek Yasaktır” diye yazılar vardır demişti. Bizler film izler iken ağzımızın boş durmasına alışkın olmadığımızdan oldukça acayip gelmişti. Hocamız devam etmişti sözlerine sadece Frigo satılır antrakta diyerek. Her şey çok güzeldi de bu Frigo neydi? Kağıt içerisinde dondurmaya benzeyen bir şey diye açıklamıştı öğretmenimiz ama bizler kendi kafamızda dondurma külahı var iken neden kağıda koyuyorlar diye düşünmekten alamadık kendimizi gene de kağıt içerisine dondurmayı bir türlü yakıştıramadık. Çünkü Çanakkale’de bu tür bir eğlencelik yoktu o zamanlar yani kimse alışkın değildi. Yıllar sonra Üsküdar da sunar sinemasına gittiğimde perdenin iki yanında “Salonda Kabuklu Yemiş Yemek Yasaktır” yazısını görünce hemen aklıma bu olay gelmişti şimdi burada sinemaların filmini anlatır iken aklımıza geldiği gibi. En son olarak Harmanlık mahallesine de bir yazlık sinema açıldı. Adını “Işık Sineması” diye koydular. Bu mahallenin insanları gitmekteydi sadece ama gene de yeterince iş yapmaktaydı. Yerli filimler getirir daha çok aileyi çekerdi buraya. Yalnız birkaç sene içerisinde kapandı. Ömrü çok uzun olmadı nedense. Sinemalar bu kadar, yerleri ve oynattığı filmleri anlatarak eski Çanakkale’yi gözünüzde canlandırmaya çalıştım. Bir akşam İpek sinemasında bir film izlemeye gitmiştik. Film bittikten sonra bizim meşhur İsmail Çakal sağına soluna bakarak aranmaya başladı. Bir yandan da: “Yaaa!!!! Kim aldıysa versin” diyerek de söyleniyordu. Biz bir şey anlamadan yahu ne oldu ne arıyorsun deyince benim elimde defter vardı. Altıma koyarak filimi izledim. Ben uyuyunca alıp sakladınız hemen verin eve gidip ödevimi yapacağım diyerek ağlamaya başladı. Biz böyle bir şeyin olmadığına dair kendisini ikna etmeye çalıştık ama nafile. En sonunda bizim sinemaya okuldan değil de evden geldiğimizi anlatınca ikna oldu. Meğer filimde uyumuş rüya görmeye başlamış.Rüyasında okuldan gelir iken bizlerle karşılaşmış ve hep beraber sinemaya gitmişiz. Elindeki defter hikayesi oymuş. Bu sinemaların yerlerini tarif eder iken onlardan bahsettik.
(Devam Edecek)