E-Posta : kestessus@yahoo.com.tr
Çanakkale’de hafta sonu olunca pek öyle gezmek alışkanlığımız yoktu ailecek ama bir Pazar günü annem ve babamla Kilitbahir’e geçtik. Oralardaki kalelerde biraz dolaştıktan kalelerin tarafına giren bir kapı var, şimdi aynı yerde aynı kapı hala duruyor. İskelede motordan çıkıp kale tarafına dönünce altından geçtiğimiz kemerli kapı. Hemen onun yanında bir adam bir sürü balık sandığını üst üste yığmış ve içleri sardalye balığı ile dolu. Hemen arkasında yakmış olduğu büyük bir mangal üzerine balık ile dolu ızgaraları koymuş ve pişirerek isteyenlere veriyor. O zamanın parası ile kaç para bilmem hatırlamıyorum. Bir tahta masa. Üzerine serilmiş bir gazete kağıdı. Bu kağıdın üzerine bir avuç dolusu tuz konuyor ve ateşin üzerinde pişen balıklar ızgarası ile getirilerek bu gazete kağıdının üzerine dökülüyor. Bu balıkların yanında da kocaman bir çuval var. Bunun içeriside kuru soğan dolu. Kasaların kuytu tarafında yine daha büyükçe ve kapalı olan ekmek kasaları var. Zaten ekmek fırını çok yakın. Balıkçı kolunu sallayınca ekmekler hemen geliyor. Siz masanızın üzerine dökülen Boklu Kebapları yerken eğer gözünüze az geldiyse bir ızgara daha söylüyorsunuz. Çuvaldan aldığınız soğanı masanın yanında kırarak tuza batırıp yiyorsunuz. Masanın üzerinde bakırdan yapılmış bir sürahi ve yine bakırdan yapılmış bir bardak var. Su bitince hemen iskelenin karşısındaki çeşmeden doldurup geliyorum ve yemeye devam ediyoruz. Balıkçıdan ekmek su ve soğan istediğinde yerini göstererek “kalk bir zahmet alıver” diyor. Bir tek pişen balıkları getirip birde işi bitenden hesabı alıyor. Kaç ızgara balık yedik bilmiyorum. Bu olay aklıma geldiği için hemen yazıverdim.
Burada yazılması gereken bir konu da insanların Kilitbahir tarafına geçmek için motor tabir edilen tekneleri kullanmaları idi. Arabalı Vapuru ile Eceabat’a geçilirdi ve buradan Kilitbahir’e gelmesi problem olurdu. Ama bunun yerine motorlar daha ucuz idi ve daha sık kalkıyorlardı. Kilitbahir’e çeşitli maksatlar için geçilirdi. İskelenin hemen üzerinde tepede bulunan yatır Cahit-i Sultan Çanakkale halkı için çok sık ziyaret edilen yerlerden biridir. İnsanlar buraya gelerek adaklarda bulunur çok istedikleri veya olmasını diledikleri bir şey için yatırdan yardım isterlerdi. İster inanın ister inanmayın anlatacağım olay bana annem tarafından aktarıldı. Bir zaman sonra bu konu gündeme geldiğinde “ben bu tür şeylere inanmam” deyince bana bazı tarih ve günlerden bahsederek “bu günlerde sen tehlikeli bir durumdan kurtuldun. Bir basit olay oldu ve senin yerine başkaları gitmek zorunda kaldı” dedi. Evet tarih ve gün tutuyordu. 1974 yılındaki Kıbrıs Barış Harekatı esnasında ben Zafer gemisinde iken bize verilen bir görevi yerine getirmek amacıyla hızla harekat mahalline doğru gitmekte iken bir anda Makine Dairesinde meydana gelen bir arıza ile yoldan kaldık. Yağlama yağının kör tapası yerinden fırlamıştı. Geminin arıza yapıp yoldan kalması üzerine Kocatepe gemisi bu göreve verildi ve yola çıktı. Hemen arkasından yaklaşık olarak beş dakika sonra biz arızayı bitirip göreve hazır hale gelmiştik ama bizim yerimize giden geminin görevi de bize kalmıştı. Daha sonra Kocatepe gemisinin başına gelenleri biliyorsunuz. Annem bana bunları anlatınca söyleyecek bir söz bulamadım. Ben sessiz kalınca da “Ne oldu? Nutkun mu tutuldu?” diyerekten sormuştu bana. Zaten ben bunu anlatır iken olayın başında ister inanın ister inanmayın diyerek başlamıştım yazıya. Gerisi size kalmış.
Madem yatırdan açıldı. (Çanakkale Eceabat arasında yolcu ve küçük arabaları otomobilleri taşıyan motorlu teknelere Motor diye hitap eder Çanakkale halkı, bende motor diye aktaracağım o günün ağzına uysun diye) Motordan çıkıp Eceabat tarafına dönünce Camiyi geçtikten sonra sol tarafta ve hemen yol kenarında Kaşıkçı Dede denilen bir yatır vardır. İnsanlar konuşamayan çocukları için veya çocuklarının erken konuşmaları için buraya gelerek yatırın üzerinde bulunan kaşıklardan birisini alarak yerine yeni bir başka kaşık bırakıp giderler ve bununla çocuklarına yemek yedirdiklerinde hemen kısa bir sürede konuşmaya başlarlarmış. Bir gün annem bana para vererek buraya giderek bir kaşık alıp gelmemi istemişti de ben de gidip almıştım. Gider iken de kardeşimin yemek yediği bir kaşığı verdiler bana ve bende giderek değiştirdim.
Gene çok uzattık. Çanakkale’den karşıya motorlar ile geçiyorduk dedik ya. Bu motorlar arasında rekabet de vardı. Bu rekabet zaman, zaman kavgaya da dönüşebiliyordu. Bu günlerden birisinde burada motor işleten firmalardan birisi yeni ve büyük bir tekne yaptırarak ve adını da ÇATLATAN koyup hizmete sunmuştu. Çok kısa bir süre sonra karşı tarafta bir tekne yaptırarak adını PATLATAN koyup hizmete sununca olanlar olmuştu. Hatta iskele meydanında iki tekne sahipleri ve çalışanları arasında oldukça büyük bir kavga yaşanmış olduğu anlatılırdı hep. Tekneler eskiye göre daha büyük, güzel, konforlu idi. Kaptan köprüsü üzerine yerleştirilmiş olan Hoparlörlerden günün popüler şarkıları bangır, bangır bağıran yüksek bir sesle çalınırdı. Ses o kadar yüksek idi ki, şarkıyı anlamanız mümkün değildi. Tekne kıyıdan biraz uzaklaştıktan sonar eğer sert bir rüzgar yok ise çalınan müzik anlaşılır bir hal alırdı uzaktan davulun sesi hoş gelir misali.
Madem iskele meydanındayız öyle ise herkesin bildiği bir konu Paytonlardan (Fayton) bahsedelim. Buraya sıra halinde dizilen Faytonlar motorlardan veya arabalı gemisinden çıkan insanlar tarafından kullanılırdı daha çok. Turistlerin faytonlara binip ellerine aldıkları Çanakkale’nin meşhur şaraplarından içerek şehir turu attıklarını hatırlıyorum. Bu eski belediye önünden Kordon boyuna doğru olduğu gibi dolaşmalı olarak şehir turu olurdu ama bazen Faytonların Kepez’e doğru gittiklerini hatırlıyorum araç içerisindeki birkaç kişinin çok fazla yüksek ses ile olmasa da kendi dillerince şarkılar söyleyerek buralarda dolaştıklarını çok net bir şekilde anımsamaktayım. Yalnız bu faytonlar sadece Kepez’e kadar mı gittiler yoksa Güzelyalı’ya kadar devam ettiler mi bilmiyorum.
Çanakkale halkı güzel havalarda kordon boyu denilen yerlere doğru gitmeyi severlerdi. Halada bu alışkanlıkları vardır. Gece dönüşlerde yorgun düşüldüğünde bu Faytonlara binerek evlerine dönerlerdi. Bizim mahallede oturan insanlar ise bu Faytonlara binmek için can atar ama binmeye çekinirlerdi. Cuma günleri Pazar yeri hastanenin yanında kurulmaktaydı ilk zamanlar işte bu günlerde elimizdeki yük oldukça ağır olduğundan taşıyamazdık elimizdekileri ve Faytona binmeye karar verirdik. Eve yaklaştığımız zamanda bir sokak ötede iner ve o bütün yükleri elimizde taşırdık mahalleden birisi görecek diyerekten korkardık. Neden böyle yapardık bilmiyorum. Sadece bizler değil zaman içerisinde bu olayı anlattığım zaman o kişilerde benimle hem fikir olduklarını söyleyerek “evet o günlerde bizlerde mecbur kalarak Faytona bindiğimizde birisi görecek diye korkar eve yaklaşarak bir iki sokak beride inerdik” dediler. Sebebini bilmiyorum. O zamanlar toplu taşıma araçları da yoktu ve şehir içinde her şey yaya olarak görülürdü. Ufak tefek taşımalarda yine at arabaları kullanılırdı. Hatta hep bahsettiğimiz bizim mahalledeki askeriyenin Komutan aracı da bir at arabası idi. Tek atlı ve kalın otomobil lastiği gibi tekerlekleri bulunan bir araçtı bu. Yaz günlerinde iskeleye sıralanmış olan Faytonlardan faydalanmak istediğinizde eğer etrafta gezi amacı ile gelmiş ola turistler var ise kimseyi almazlardı faytona. Çünkü turistler her tarafa bunlar ile giderler akşama kadar dolaşırlar daha fazlada para bırakırlardı. Birde yaz günlerinde yapılan Sünnet düğünlerinde çocukları gezdirmek amacı ile kullanılırdı bu faytonlar. Birkaç tanesi arka arkaya sıralanır birine çalgıcılar biner, diğerine de çocuklar bindirilir bunların yanlarında mutlaka birkaç büyük bulunurdu. Şehirde tur atarlar daha sonra da yerlerine dönerlerdi. Talep o kadar çok olurdu ki, düğün sahipleriyle saatli olarak anlaşırlar saati gelince diğer düğüne giderler herkesin ihtiyacına cevap verirler ve randevularına da çok sıkı bir şekilde sadık kalırlardı. Hatta herhangi bir sebepten dolayı eğer bu randevularını yerine getiremeyecek bile olsalar yerine başkasını gönderirler ama mutlaka ihtiyacı giderirlerdi. Bu onlar için bir gurur meselesi idi. Düğün sahibi bir faytoncu veya çalgıcılar ile anlaştığında bir daha geriye dönüp bakmazdı bile. Çünkü her ne pahasına olursa olsun bu görevin yerine geleceğini bilirdi. Bu arkadaşlar sözlerine çok sıkı bir şekilde sadık kalırdı. Ve hala da bu sözlerine ölesiye sadık kalırlar. Bu meydanda faytonlar bekledikleri yerde daima bir at çişi ve pisliği kokusu hakim olurdu. Akşama kadar hayvanlar buraları kirletirler pislikleri ara sıra alınırdı. Daha sonra gelen Belediye Başkanlarından sanırım Reşat Tabak bey, bu atların altına bir bez gerdirerek at pisliklerinin durdukları veya seyahat ettikleri sırada etrafı kirletmesinin önüne geçildi. Bu gerili bez üzerine düşen pislikleri sahibi uygun bir şekilde alarak çöp kutularına atıyorlardı. Oldukça hoşuna gitmişti bu olay Çanakkale halkının.
Olaylar tam olarak günü gününe değil. Burada terzinin yanında çalışırken öğle yemeklerinde eve gitmez işyerine yakın olan bir fırından yarım ekmek alırdım. Bakkaldan da on kuruşluk sele zeytini alıp ikisini beraber yemeyi çok severdim. O zamanki sele zeytinleri şimdilerde yok. Bir defter veya kitap sayfasını kıvrılarak külah haline getirip içerisine de aldığı kadar kara zeytin koyarlar. Bu zeytin oldukça kurudur. Üzerinde iri taneli tuzlar ile beraber çuvaldan kalmış olan kıl parçaları. Bunları eliniz ile alıp atarsınız. Kıl deyince bunlar saç kılı veya hayvan kılı falan değil çuvalın dokunmuş olduğu lif parçaları. Bu yemek faslı bittikten sonra çeşmeden içilen su ile öğün tamamlanır. Eğer şansımız var ise ölçü aldırmaya gelen müşteriler veya bitmiş elbisesini almaya gelen müşteriler çay limonata veya gazoz falan da ısmarlarlar ise deymeyin keyfimize. Sıcak yaz günlerinde akşam üzerleri çay ne kadar iyi oluyor ise de daha sıcak saatlerde soğuk bir limonata veya koruk suyu daha iyi gidiyor. Burada her şey iyiydi de. O zamanlar külot pantolon tabir edilen bir pantolon tipi çok moda idi. Bunu daha çok ata binenler ile köylüler giyiyorlardı. Üst tarafları geniş dizlerden aşağısı dar ve ayak bileklerine kadar olan kısımda düğmeli idi. Ne olacak demeyin. Pantolon bittikten sonra ilik yerleri işaretlenerek bana veriliyor bende hem bunların tek,tek iliklerini yapıyor düğmelerini dikiyor ve teslim ediyordum. En azından yirmi tane düğme iliği açılıp işlenmesi gerekiyordu. Bir o kadarda düğme dikiliyordu. Birde kumaş çok kalın olduğundan işlemesi oldukça zor idi. Allah kolaylık versin. Hep aynı olduğu için can sıkıcı ve monotondu o zamanlar bu işleri makinelerde yapamıyordu. Ancak el ile yapılması gerekiyordu. İşte bunu almaya gelen köylüler oldukça cömert oluyorlardı. En azından bir şey ısmarlıyorlardı. Bu arada külot pantolon hakkında söylemeyi unuttuğum bir şey var bu pantolonun yapıldığı kumaş keçeden yapılıyordu. İlik açarken iğne zor giriyordu. Akşam üzerleri dükkanın önünden seyyar satıcılar geçmeye başlardı. Bunlar “Çıtır,Çıtır Akşam Simidi” bağırtısı ile satılan simitler ve birde “Kan yapıyor” diyerek satılan fırınlanmış dalak idi. Haşlanmış olan dalaklar dilimlenerek bir tepsi içerisinde fırına verilir ve burada kızaran dalaklar kendine özgü bir lezzet kazanır ve isteyenlere bir gazete kağıdı üzerine dökülen bir miktar tuz ile beraber tane olarak ikram edilirdi. Bu benim koku ve lezzet olarak çok hoşuma giderdi. Mevsimi geldiğinde iskele meydanında olduğu gibi çarşı içinde veya küçük köprünün başında “Değirmendere’nin” diyerek satılan taze fındıkların ayrı bir yeri vardır elbet. El arabasının içerisine konulan fındıklar ağaç dalları ile süslenerek satılırdı. Herkesin hayatında farklı bir yeri vardır mutlaka bu olayın.
Ben bu şekilde çalışır iken bir akşamüzeri babamın Çakal Yusuf amca ile beraber kapının önünden yepyeni bir bisiklet ile geçtiğini gördüm. O gün akşam olmadı. Bir an önce dükkandan ayrılıp eve gidip bisiklete binmeyi düşünüyordum. O zamanlar bisikletlerin oldukça önemi vardı Çanakkale’de. En önemli ulaşım araçlarından birisi idi. Bisikleti olanlar kişiler kendilerini daha farklı olarak görürlerdi. Birde bu bisikletlerin kendilerine özgü aksesuarları vardı oldukça sık kullanılan. Bisikletin üzerinde bulunan zil ve aynayı saymak isek şahısların kullandıkları malzemelerdi bunlar. Yeni bir bisiklet almış olan kişilerin mutlaka sahip oldukları aksesuarlardan birisi pantolon paçalarında kullanılan parlak metalden yapılmış olan kıskaçlardı. İlk zamanlarda bisikletlerin ortasında bulunan ve zincirin hareketini tekerleğe veren büyük dişilinin üzerinde muhafaza yoktu ve rüzgarın etkisi ile pantolonun paçası savrularak bu dişliye değerek koyu renkli bir yağ lekesi oluyordu. İşte bundan korunmak için takılırdı bu metal kıskaç. Biz çocuklar büyüklerin taktığı bu kıskaçlara özenir ve bisiklete uzun paçalı pantolon ile binmeye çalışırdık bu parlak metal parçayı takmak için. Bu metal parçasına para ayıramayan kişiler ise paçalarına bir halka şeklinde kesilmiş lastik takarak hallederdi işlerini. Aklımda kalmış aktarayım dedim. Ama gene de insanlar bir bisikletleri olmasına rağmen “Ah! Keşke bir motorumuz (Motosiklet) olsa” diyerek hayıflanırlardı. Şimdikilerdeki gibi çok fazla kullanımı olan türleri de yoktu. Yanılmıyor isem Garelli diye bir motosiklet vardı. Bu tam olarak bir motorlu bisiklet idi. Ön çamurluk üzerine küçük bir motor konulmuştu ve hemen üzerindeki küçük bir kolu tutarak geriye çekip kancasına takınca bisiklet olarak kullanabiliyordunuz pedallarını çevirerek. Ama motosiklet olarak kullanmak istediğinizde bu küçük kolu tutarak kendinize çektikten sonra biraz yana kaydırıp ileriye götürdüğünüzde motor altında bulunan bir lastik takoz ön tekerleğe değerek çalışan motorun hareketini buraya vererek bisikletin hareket etmesini sağlardı. Diğer motosikletler kadar süratli değil ise de, oldukça ekonomik sayılmaktaydı o günlerde. Bazı kişiler Kepez taraflarına dağlara odun mantar v.s toplamaya gider iken düz yollarda pedalları ile hareket ederler bayır yerlere geldiklerinde motoru çalıştırarak devam ederler idi yollarına. Bu da onlara fazladan benzin tasarrufu sağlamaktaydı. Yalnız motor bisikletin ön tarafında olduğundan rüzgara karşı gider iken bütün egzoz dumanı yüzünüze gelerek sizi rahatsız ediyordu ama olsun bu kadara kusur kadı kızında da olur. Motosiklet sahibi olmak bir ayrıcalık gibi görünmekte olup basit bir motosiklete binen kendisini dünyanın en hızlı veya usta kullanan kişi olduğunu zannederek çeşitli ve akıl almaz olaylar yapıyorlardı. Çok sık olarak yaşanan çeşitli trafik kazalarına şahit olmaktaydık. Daha doğrusu etrafta anlatılmakta olup bizlerde bunları dinleyerek şahit olmaktaydık.
Hemen aklıma geliveren birisini aktaralım isterseniz. Günlerden bir gün gece yarısı altındaki motosiklet ile köyden dönmekte olan kişi karşıdan gelen bir çift far ışığını görünce kendi kendine “ bak iki motosiklet yan yana ve üzerlerindekiler konuşarak geliyorlar. Ben hızlanıp da aralarından bir geçeyim, motosiklet nasıl kullanılırmış görsünler diyerek” daha bir hızlanarak hızla dalıyor gelen bir çift far ışığına doğru. Fakat zannettiği gibi gelen bir çift far ışığının iki adet motosiklete ait olmayıp kocaman bir kamyona ait olduğunu fark edemiyor bile. Çünkü çarpmanın hızı ile o anda intikal ediyor öbür tarafa kamyonun burnuna yapışmış olarak. Bu hikaye oldukça sık olarak anlatılırdı her yerde. Gerçekten yaşanmış mıydı, yoksa birileri biraz abartarak bu şekilde mi anlattılar bilmiyorum. Fakat şimdilerde düşününce konuyu anlatanların ve kişilerin yer ve konumlarına bakınca bu anlatılan olayın gerçekten yaşanmış olduğuna daha çok inanıyorum. Çünkü bu anlatılanları dinlediklerim daha çok çevremdeki tamirciler ve kamyon şoförleri idi. Onların bu olayı duymaları veya yaşamaları yani öğrenmeleri daha kolay ve gerçekçi. Biz gene de o zamanlar anlatılan bir konu olarak aktarıp geçelim de yorumu sizlere bırakalım. Bana soracak olursanız bu gerçekten yaşanan bir olay ve nedense bana daha inandırıcı geliyor. Neyse o zamanlar halkın bu motosiklet olayına bakış açısını anlatmak için kullanılan bir cümleyi aktararak kapatalım konuyu. Adeta bir slogan olan bu cümle bir çok şeyi bütün çıplaklığı ile anlatmaktadır: “İnsanın aptalı motora, (motosiklete) ondan daha aptalıda arkasına binermiş ”
(Devam Edecek)