E-Posta : kestessus@yahoo.com.tr
Çanakkale’de Barbaros Mahallesi’nde Hamidiye Tabyalarının yan kısmında oynadığımız çayırda gündüzleri futbol maçı yapılır idi. Ya kendi aramızda, ya da başka mahalleden gelen çocuklar ile yapardık futbol maçlarını. Ben futbolu oldum olası sevmem bu yüzden oynayamam da beceremem, dolayısı ile çok mecbur kalmadıkça beni oyuna almazlardı. Ben etrafta bulunup izlerim ama oyuna aldıkları zaman çok hızlı koşabildiğim için bana koş şunu yakala derler bende koşardım. Ayaklarımızda naylon ayakkabılar veya kes denilen bez ayakkabılar vardı. Saadettin futbola daha bir düşkün olduğundan onun ayağında kramponlar vardı. Bu arada Şakir yalın ayak olarak çıkardı maça. Zaten genelde takunya ile dolaşırdı. Top kendisine geldiğinde kaleye yakın bir yerde ise şut çekeceği zaman kaleci hemen kaleyi terk ederdi. Yalınayak olduğundan topa ayağının burnu ile vurduğunda eğer kaleciye değer ise kesinlikle yıkılırdı topu tutan. Mahallemizde yaşayan ve arabacılık ile geçinen Ahmet amca vardı. Bunun atı günlerden bir gün yavruladı. Oldukça uzun bacaklı çok güzel bir tay idi. İşe çıkılmadığı zamanlarda bizim oynadığımız çayırlığın yan tarafında bulunan bir çayır daha vardı. Burası daha düzlüktü. Bahsettiğimiz tay da yaklaşık olarak bir yaşına gelmiş daha da güzel bir hayvan olmuştu. Annesi ile birlikte yan taraftaki çayırlıkta otlamaya bırakılmışlardı. Annesi ayağından bir kazığa bağlı durumda ama bizim sevimli tay serbest olarak annesinin etrafında dolaşıp durmaktaydı. Ara sıra biz maçlarımızı burada yapardık. Çünkü bizim daha evvel bahsettiğimiz yer bizden daha büyüklerin maçlarından dolayı biz bu tarafa gelirdik. Biz top oynar ara sıra o tarafa doğru koştuğumuzda sevimli tay bizden rahatsız olur etrafa çifteler atarak zıplar dururdu. İşte böyle bir durumda bizim Şakir’in vurduğu sert bir şut ile top zıplayarak bu at ve yavrusunun olduğu yere doğru gitti. Tay bundan rahatsız olup çifteler atmaya başlayınca bunlardan bir tanesi bizim topa denk geldi. Top bir anda yediği çiftenin sertliği ile havalanarak gitmeye başladı ki, bizim üzerimizden geçen topun Ssssssssssssssssssh! diye ses çıkardığını duyduk hepimiz bu olayı görünce gülmekten yerlere yıkılmıştık. Buraya paralel olarak uzanan bir tarla daha vardı. Burada çok sık olarak nohut ve susam ekildiğini hatırlıyorum. Çünkü buradan taze nohut toplayarak yerdik dilimizin ucu yara oluncaya kadar. Ben daha çok susamları severdim. Zamanı geldiğinde bitkiler üzerinde gelişmiş olan bamyaya benzeyen şeyler dalından koparılarak içerisinden sıralanmış olan susamları avucumuza dökerek yemeye başlardık göz hakkı olarak. Daha sonra burası da parsellenmeye başlayınca artık ekilmiyordu ve biz burada da top oynamaya başlamıştık. Oynadığımız topun derisi paralanmış, iç lastiği yamadan görünmez bir hali vardı. Bu top kimindi bilmiyorum. Bir gün Şakir’in evinin önünde bu topa yama yapmaya uğraşıyoruz. Bu evin tam önünde de küçük bir akasya ağacı vardı. Pek yüksek değildi. Sanırım en fazla iki metre kadardı. Bu ağacın altında hep beraber uğraşıyoruz. Şakir’in ayağında da ağaç takunyalar var. Zaten genelde bunlar ile gezer top oynar iken de yalınayak olurdu. Neyse yamayı yaptık iç lastiği yerine soktuk. Ağız ile şişirmeye uğraşıyoruz. Tam şişiriyoruz ağzını bağlarken elimizden kaçıyor yani oldukça uğraşıyoruz. Yapamadığımız içinde canımız oldukça sıkılmış bir durumda. Biz bunlar ile uğraşır iken ağacın üzerine konmuş bulunan bir serçe cicik cik cicik durmadan ötüyordu. Şakir’in buna oldukça canı sıkılmış olmalı ki “Anasını sattımını kuşu yeter layn” diyerek elindeki topun ucunu hiç bırakmadan ve kafasını yukarıya kaldırmadan boştaki eliyle ayağındaki takunyayı kaptığı gibi yukarıya fırlattı sertçe. Çok kısa bir süre sonra önce takunya yere düşer iken arkasından bu zavallı serçe de pat diye yere düştü. Güler misin ağlar mısın?
Bu olaydan bir zaman önce yaz günlerinde şimdi ismini vermeyeceğim arkadaşlarımızdan birisi yakalamış olduğu kedilerin kuyruklarına boş konserve kutuları bağladıktan sonra sıkı sıkıya tuttuğu kedinin poposuna oldukça acı olan biber sürerek ortaya bıraktığında hayvan hem canının yanmasından, hem de arkasından gelen tangır tungur seslerden ürktüğü için ne tarafa gideceğini şaşırır dolanır dururdu mahallenin içinde. Eğer şansı yaver ederde çayırlığa girer ise teneke kutuların çıkardığı ürkütücü sesler kesildiğinden zavallı kedi canının yanması geçtikten sonra bir kovalığın altında ağzı ile uzun uğraştan sonra kuyruğuna bağlanmış olan ipi çıkarıp rahat bir nefes alırdı ve başlardı canı yanan yerini yalayarak acısını dindirmeye. Etrafta bulunan büyüklerimiz bu yapılanın yanlış olduğunu büyük günahı var diyerek vazgeçirmeye çalışırlardı ama arkadaşımız bunları dinlemezdi hiç. Daha sonra eve gelince ailelerimiz bu olayı gündeme getirerek bunun çok yanlış bir hareket olduğunu anlatıp bir daha yapmamızı isteyerek bize hemen bir dini hikaye anlatarak korkutup vazgeçirme yoluna gittiler. Anlatılan olay şöyle idi. Zavallı ağzı dili olmayan hayvanlar konuşamadıkları için bizlere anlatamıyorlar ve onun yerine Yüce Allah onların intikamını alacak sizlerden diye bizleri aydınlatmaya çalışırlardı. Yarın hepimiz ölüp de öbür dünyaya gittiğimiz zaman İlahi Adaletin yerini bulması için bu defasında onların insan olacaklarını bizimde o hayvanların yerine geçeceğimizi anlatırlar ve nerede olursak olalım gelip bizleri bularak onlara yaptıklarımızı bize fazlası ile yapacaklarını anlatırlardı. Korkardık elbette ve zaten bunları biz yapmıyoruz Ş....... yapıyor diyerek kurtarmaya çalışırdık kendimizi bu hayvanların ileride bizlerden alacakları intikamlarından.
Bahse konu çayırlığın hemen yanında Hamidiye denilen bir askeri birlik var. Denizcilere ait olan bu birlikte eskiden hizmet işleri için arabası kullanılırdı o zamanlar. Birde çok güzel atlar vardı ve bu atların boyları çok yüksek idi. Ramazan’da akşam iftar saati geldiğinde, burada bir top patlatılarak iftar saati haber verilirdi. Aynı işlem birde gece sahurun bittiğini haber vermek için kullanılırdı. İftar saatinde mahallenin bütün çocukları topu görecek şekilde hep beraber sıraya geçer “şimdi patlıyor, işte şimdi patladı” gibi sabırsızlık içerisinde bekler, top büyük bir gürültü ile duman çıkararak patladığında bütün çocuklar hep bir ağızdan “top patladı!.. top patladı” diyerek eve doğru koşardık.
Mübarek Ramazan ile ilgili anlatmaya başlayalım hazır yeri gelmiş iken. Top patladıktan sonra bütün çocuklar bağırarak evler koştuktan sonra hep beraber iftar yapılır ve daha sonra erkekler teravih namazına giderdi. Bu ilk zamanlarda babam itfaiyede çalıştığından eve gelemediğinden evden namaza gidemiyor ama orada toplu olarak kılıyorlardı. Dediğimiz gibi erkekler namaza gittikten sonra çocuklar dışarıya çıkarak birkaç kişi bir araya gelip Saya söylemeye başlarlardı. Bu (Saya) kendine özgü besteli müzikle söylenen bir tür şarkı demek olup daima ramazan ayında yapılan bir şeydi.
Makamlı olarak okunurdu işte bunun gibi bir şeydi:
“Saya ,saya sayadan
Sular akar kayadan
Sayacı geldik size
Şeker verin bize
Şekerim var ezilecek
İnce telden süzülecek
Çok bekletme hanım teyze
Çok yerim var gezilecek”
Veya daha başka bir makam ile okunurdu. Bu veya bunlara benzeyen sözler ile saya söylenir ve ev sahibi kapıyı açarak ya bir miktar para veya o zamanki mevsime göre meyve verilirdi. Bunları toplayan çocuklar daha sonra hepsini paylaşarak yerlerdi. Bunu genelde mahallenin çocukları yaparlardı ve kendi bulundukları yerlerdeki komşuları dolaşırlardı ama bazen diğer mahalleden toplanan çocuklar bu evleri dolaşarak saya söyleyip bahşişlerini toplarlardı. Bunun yanında komşular Ramazan ayında birbirlerine misafirliğe gittiklerinde kapıyı çalmak yerine saya söylemeye başlayarak hem kapıda birilerinin olduğunu hatırlatırlar, hem de geceye güzel bir Ramazan şakası ile başlamış olurlardı. Ev sahibi bazen gelenleri seslerinden tanır kapıyı açardı veya bazen de gelenleri gerçekten sayacılar gelmiş diyerek bahşiş vermek amacıyla kapıyı açtığında misafirlerini görür ve şaşırdı. Çok güzel adetlerdi ama bir zaman sonra bunlar terk edilmeye başlandı. Bana göre bu tür adetlerin terk edilmesinin tek sebebi Televizyondur. Ramazanda sahur vakti bildiğiniz gibi davul çalarak kaldırırlar insanları. Bizlerde sahur için kalktığımızda tam bizim evin yanından geçer iken, mutlaka perdenin kenarını açarak dışarıya bakardık davulcuyu görmek için. Bazen yağışlı havalarda davul ıslanınca davulun sesi daha bir acayip çıkardı. Ramazanda her gece sıcak soğuk yağış demeden görevini yapan davulcular Ramazanın on beşinden sonra akşam iftar sonrası sahurda gezmiş oldukları mahallenin evlerini dolaşarak bahşiş toplarlardı. Kapıya gelerek günün moda parçalarını çalarlar ve seslendirirler eğer ev sahibinin bir isteği var ise onu da çalarak bahşişlerini toplarlardı. Bir keresinde bu davulcular her zamankinden daha erken geldiler bahşiş toplamaya. Gerekli bahşişleri topladılar ama aradan birkaç gün geçince davulcular mahalleye tekrar gelerek bahşiş toplamak amacıyla kapıları dolaşmaya başladılar. Şarkılar ve müzik eşliğinde de olay o zaman ortaya çıktı. Meğer daha evvel gelenler bizim mahallenin daha doğrusu Çanakkale’nin davulcuları değilmiş. Başka bir yerden gelen (sanırım Ezine’den ama gene de emin değilim) birkaç kişi, davulcuların yaşadığı mahalleye uzak olan yerlerde dolaşarak bahşişleri toplayıp ortadan kaybolmuşlardı. Bu olay benim o zamana kadar duyduğum en akıllıca yapılmış bir Ramazan sahtekarlığı idi. İlk başta mahalleli bahşişlerini daha birkaç gün evvel verdiklerini ama bu defa niye geldiklerini sormuşlar olayın aslını öğrendiklerinde sorun çıkarmayarak tekrar vermişlerdi Ramazan boyunca yağmur çamur demeden kendilerine hizmet edenlere. Çok ilginç bir olay olduğu için buraya aktarayım dedim.
Bir gece arkadaşlar ile birlikte Teravih Namazına gittik ve namaz sonrası da oradan sinemaya geçtik. Demek ki hem yaşımız büyük hem de hafta sonu imiş. Neyse sinema bittikten sonra dönüş anında şiddetli bir yağmur yağmaya başlayınca bizde hemen oradaki en yakın kahvelerden birisine girdik. İçerisi kalabalık değildi. Sobanın yanında bir yere oturarak ısınmaya başladık. Bu arada bir kaçımız masaların üzerinde bulanan gazeteleri okumakta iken diğer arkadaşlarda tavla falan oynadılar. Bizlerde birer çay içerek hem ısındık, hem de dışarıdaki yağmurun geçmesini bekledik. Yağmur dinmişti. Vakit oldukça geç olunca eve gitmek için kalkarak yola koyulduk. Bu arada sahur davulcuları çıkarak çalmaya başlamışlardı. Mahalleye yaklaşınca bir davulcu ile karşılaştık. Arkadaşlardan birisi bu kişiyi tanıyordu selam faslından sonra ver ben çalayım diyerek davulu çalmaya başladı ve birkaç kere vurduktan sonra geri vererek “al sen çal ama bu defa oyun havası olsun” deyince davulcuda arkadaşı kırmayarak oynak bir hava tutturdu. Biz arkadaşlar ile hep beraber başladık oynamaya. O çalıyor biz oynuyoruz sanki düğün eğlencesi var. Karşılıklı kasap havasından sonra kelleyi verdim fırına amanın kelle, kelle daha sonrada günün moda diğer parçaları çalınarak karşılıklı oynadıktan sonra; Davulcunun görevini yapması gerekiyordu bunun için oradan ayrılarak yoluna devam etmesi gerekti ve öyle yaptı bizde onunla beraber oynaya, oynaya evlerimize dağıldık. Çok ilginç bir ramazan sahur anısı oldu bizler için.
Her sene olduğu gibi Ramazan gene gelmişti ama bu kez davulcular çıkmaz oldu sahurda. Sebebini araştırınca o günkü Vali beyin Hanımının davul sesinden rahatsız olduğu için davulcuları yasaklatmış; “hangi devirde yaşıyoruz davulcular mı kaldı artık” diyerek. Zavallı insanın kendi kültüründen haberi yok anlaşılan. Ramazan boyunca sadece bizim mahalledeki Hamidiye (Hamidiye)den atılan top ile iftar ve sahur vaktini anlayabiliyorduk. O zamanlar bu olay Çanakkale halkının oldukça tepkisini çekmişti. Ertesi yıl mıydı, yoksa daha sonraki yıl mıydı bilmiyorum ama sonraları böyle bir olay yaşanmadı. Yani her zaman davulcular sahurda çıkarak görevlerini yapmaya devam ettiler ve edecekler çünkü bu bizim kültürümüzün bir parçası ve bunu gelecek nesillere aktarmak ta bizim görevimiz. Yalnız bazı davulcular sahurda Maniler söyleyerek uyandırırlarmış herkesi. Ben bu olaya bizim oralarda hiç rastlamadım. Herhalde bizim oraların adetlerinden değildi veya bizim davulcularımız bu manileri bilmiyordu
Mahallede evlere su daha verilmemişti o zamanlar, akşamüzeri annemizin elimize verdiği bir testi veya kovayı alır buradaki çeşmeden su doldurur eve götürürdük. Bu çeşmenin hayatımızda büyük yeri vardı Yaz günleri evden habersiz olarak denize gittiğimiz zaman dönüşte burada duş alırdık veya almaya çalışırdık. Çünkü çeşmenin kurnası alçak olduğundan yıkanmak için altına girmeye çalıştığımızda ya kafamızı vururduk, yada daha sık olarak omzumuzu vurarak canımızı yakardık fena halde. Çayırlıkta oynamaktan yorulunca bu çeşmeye gelir ağzımızı kurnaya dayayarak doyasıya su içerdik buradan. Yada denize gider iken veya denizden dönüş de mutlaka buradan su içerdik. Gün boyunca mahallenin kadınları ellerindeki kova veya testiler ile buraya gelerek su doldururlar idi evde kullanmak için. Yemeklerde ve içmek için de bu suyu kullanırdık. Evde pek büyük olmayan bir testimiz vardı topraktan yapılmış. Çeşmeden doldurarak getirdiğimiz suyu bu testiye doldurur kullanırdık veya daha ufak bir testinin boynuna bağlanmış bir ip vasıtası ile bahçemizdeki kuyuya sarkıtır soğutarak içerdik. Testi devamlı kuyuya sarkıtılmış olarak dururdu yaz günlerinde. Testiyi kullanacağımız zaman yukarıya çeker içerisindeki suyun bir miktarını sürahiye boşaltarak sofraya getirirdik. Testinin eksilen suyunun yerine tekrar su ilave ederek testiyi kuyuya sarkıtırdık. O günlerin buzdolabı ihtiyacını giderirdi. Yine file içerisinde karpuz sarkıttığımız da olurdu sıcak yaz günlerinde. Herkes suyunu buradan doldurmasına rağmen mahalle aralarında at arabaları ile kocaman damacanalarda su taşıyanlar da vardı. Bunlar oldukça kalın camdan yapılmış büyük damacanalar idi dışında ağaç dallarından örülmüş bir koruyucu kısmı vardı. Ağız kısımlarında sarı pirinç metalden yapılmış kapaklı başlıkları vardı bu damacanaların. İsteyenlere bu damacanalar ile su getirilerek evlerindeki başka bir testiye boşaltılarak su teslim edilir, karşılığında da ücreti ne ise alınırdı. Bizim evde bu türlü bir iyi su tabir edilen damacana ile su alma alışkanlığı yoktu. Bahsettiğimiz su nereden gelirdi satılmak için bilmiyorum temizliği de şüpheli. Çeşmeden nereye geldik. Daha sonraları bizler biraz daha gelişince Cozbik ile konuşmak için evden testiyi kapar gönüllü olarak çeşmeye su doldurmaya gelirdik. Bizlerin buluşma yeri burası idi. Daha sonra mahalleye su gelerek evlere dağıtılınca bizim bu gençlik fantezimiz son bulmuş oldu. Ama aynı çeşme, yine bulunduğu yerde kalarak gelip geçenlere su servisi yapmaya devam etti. Bu çeşmenin başında çekilmiş olup Ayşe Hanımın ufaklık haliyle ve en tatlı gülümsemesi ile çekilmiş bir resmi vardır. Artık Antika olan çeşmemi yoksa bizler mi? Şimdi bu çeşme de yok yerinde. Burada kalsaydı iyi olurdu kullanılmasa bile mutlaka işe yarardı sanırım. En azından nostalji olarak.
Bu çeşmenin oralarda gezmekte iken hemen aklımıza geliveren bence oldukça heyecan verici bir anıyı aktaralım buraya. İşte bu çeşmenin tam karşısında kalan bir eve yeni birileri taşınmışlardı. Bunların benim yaşıtım bir oğulları ile bir yaş küçük bir kızları vardı. Bizim oyunlarımıza katılmazlar, daha doğrusu evlerinin önlerinden hiçbir yere ayrılmazlardı. Evin önünde birkaç basamak merdiven çıkınca yaklaşık bir metre karelik bir alan vardı. Tam güneşe karşı olmasına rağmen akşam üzerleri burada oturarak gelen geçenlere bakarlardı. Kıyafet ve konuşmaları da oldukça farklı olan bu çocuklar oldukça cana yakın kişilerdi. Çeşme başına gittiğim bir zamanda bu çocuklar kapılarının önünde bizim arkadaşlardan birileri ile oturmakta idiler. Arkadaşım yanlarına çağırınca bende oraya gittim oldukça hoş karşıladılar. Oturup konuştuk tanıştık. İstanbul’dan gelmişlerdi babalarının işi gereği. Neyse bizi ilgilendiren tarafa devam edelim. Biz burada zaman,zaman buluşarak oyunlar oynamaya başlamıştık ama bu çocukların oyunları bizlerden oldukça farklı idi. Bizler daha evvel bahsettiğimiz gibi mahalle aralarında veya çayırlık denilen yerlerde hareketli oyunlar oynamakta iken onlar sadece kapılarının önlerinde çeşitli değişik oyunlar ile meşgul oluyorlar idi. Bu anlattığım olayda en azından on yaş civarı üzerinde idim. Üç taş, beş taş gibi oyunların yanında sessiz sinema oyununu da burada öğrenmiştim. Yani genelde dar bir çerçeve içerisinde oynanan oyunlarda oldukça becerikli idiler. Onlardan “haydi sessiz sinema oynayalım” diye teklif gelince bizde katıldık. Yeni kız arkadaşımız oldukça sevimli ve hareketli birisi idi büyükler gibi konuşuyordu sanki. Oyun içerisinde yaptığı hareketler ile bir filmi anlattı bize ama hiç birimiz bu filmi anlayarak cevap veremedik. Zaten anlatılan filimi seyretmemiştik çünkü Çanakkale’ye gelmemişti o zamanlar çok eski ve ünlü bir film olmasına rağmen. Abisi daha sessiz durmasına rağmen bu kız daha faal ve açık birisiydi. Esmer bir teni uzun siyah saçları vardı omuzlarından aşağıya dökülen. Bizim oyun içerisinde anlatılan hikayeyi anlamadığımızı görünce cevabını da sesine gizemli bir hava vererek kendisi vermişti. “Operadaki Hayalet” diye. Biz bunu nasıl anlayıp ta cevaplandıracağız ki seyretmemişiz, aynı zamanda operanın ne olduğunu bile bilmiyoruz belki adını duyduk ama anlat bakalım nasıl bir şey deseler her halde apışıp kalırız. Şimdi bu yazıyı yazmakta iken kızın ismi de aklıma geldi “Rengigül” bizlere çok değişik gelen bu isim hatıralarımızda kalmış işte. Neyse devam edelim kaldığımız yerden. Rengigül bizim bu filmi seyretmediğimizi veya bu konudaki cahilliğimizi öğrenince anlatmaya başladı. Bu meşhur filimi bizleri aydınlatarak kara cahilliğimizden kurtarmak için!!! Hem anlatıyor hem de hareketler ile tarif ederek olayı oynuyor ve yaşıyordu. Çok etkilemişti bizleri filimden ziyade kız arkadaşımızın hareketleri. Filmin anlatımı bittiğinde sanki filimi izlemiş gibi olmuştuk hepimiz hiçbir zaman kafamızda bir operayı canlandıramadık hep aklımızda kalan çok kocaman bir sinema salonu oldu. Yıllar sonra TV’de bu filimi seyrettiğimde hemen o günlere dönerek bu anlattığım olayları yaşadım tekrar ve bu yazıyı hazırlamamda da oldukça etkisi oldu. Buradaki oyun esnasında pek fazla kalabalık değildik en çok beş kişi falan vardık. Bizler akşam olduğundan evlerimize gitmek amacıyla yerimizden kalkmak için hareket etmeye başlayınca Rengigül başka bir şeyler anlatmaya başlıyor, dolayısı ile bizlerde ağzının içerisine girmiş bir şekilde dinliyorduk kendisini heyecan, merak ve hayranlık ile. Devamlı olarak yeni bir şeyler anlatıyor tarif ediyor ve bizleri burada tutmak için elinden geleni yapıyor ve her anlatmaya başladığı olay ise birbirinden daha ilgi çekici ve heyecan verici oluyordu. Bu günlerde bu olayı hatırlayınca kelimenin tam anlamı ile profesyonel bir sıtandapçı (stand-up) yapı sergiliyor diyeceğim ama o zamanlar ortalama on yaşlarında birer çocuğuz. Aslına bakarsanız olayın bu giriş safhasını olabildiğince uzatırım fakat sizlere daha fazla eziyet çektirmeye gerek yok olayın aslına ve sonucuna gelelim bir an önce. Rengigül, Operadaki Hayalet hikayesinden yola çıkıp anlatmaya başladığından bu ana kadar devamlı olarak hayalet, hortlak cinler, vampirler, kurt adamlar, periler ile dolu hikayeler aktarıyordu. Boğazın karşısındaki dağların üzerinden güneş kaybolmaya başlayınca akşamın kızıllığı ortalığı kaplamıştı. Bizler akşamın çöken karanlığı ile anlatılanlardan oldukça heyecanlanmaya başlamıştık ki, Rengigül birden sesini yükselterek bize hitaben; “Biliyor musunuz ben bundan evvelki hayatımda kocaman bir Kurt idim” diyerek elini boynuna götürüp, sanki orada bir şey arayıp ta bulmuş parmağını bunun üzerinde tutuyor gibi bir hareket yaptıktan sonra sesine daha acayip bir hava vererek yeni bir olaya çekti bizi. “Beni bir gece karşılaştığım iki tane kocaman çoban köpeği boğarak öldürdü”deyince bizler bütün dikkatimizi ona vererek dinlemeye başlamıştık tekrar sonucun nereye varacağını düşünmeden. Çok dikkatimizi çekmişti bu ifade ve Rengigül bulunduğu yerden biraz geriye çekilip sırtını duvara dayayarak bağdaş kurdu, eteklerini dizlerinin üzerine çekip kenarlarını bacaklarının arasına sıkıştırıp düzelterek anlatmaya başladı sanki çok normal bir şeymiş gibi yaptığı. Hem anlatıyor bu arada sesine uygun tonlar veriyor, hem de el kol ve vücut hareketleri ile de anlatımına yardımcı oluyor bizleri dinlemeye zorluyordu sanki.
Yeri gelmiş iken bu arkadaşlarımızın annesinden bahsetmeden geçmek olmaz. Bizler kapının önünde hep birlikte oynamakta iken anneleri ara sıra bizlere bazı yiyecekler ikram ederdi. Bunlar genelde akşam üzerlerinde kurabiyeler kekler ve çeşitli meyveler idi. Allah razı olsun. Bu arkadaşlar şu sıralarda nerelerde acaba. Acaba onlarda bu bahsettiğimiz yeri hiç hatırlıyorlar mı? Kim bilir. Şimdi burada eski arkadaşlarımızı da anmış olduk ama merak ettiğim bir konu. Yukarıda, çocuklara korkudan bir şeyler olsaydı diye bir ifade vardı. Bu korku olayı da oldukça ilginçtir. Ufak çocuklar herhangi bir şeyden korktukları zaman oldukça huysuzlaşır zamansız ağlamalar bağırmalar gösterirdi. Büyüklerimiz o zaman bu çocuk korkmuş,
“Korkuluk Aldıralım” derlerdi. Bunun içinde yaşlı birine gidilerek çocuk okutulur damağı çektirilirdi. Okuma işlemi gerçekleştiren kişi (ki hangi duaları okuduğunu bilmiyorum) duanın ardından çocuğun kulağına eğilerek bir şeyler mırıldanır göbeğinden bir şey alarak yere bırakıyormuş gibi yapıp ondan sonrada her iki kulağına sırası ile üçer defa “Pavv pavv pavv” diye seslenirdi alçak bir ses ile. Buna “korkuluk alma, korkuluk aldırma” işte öyle bir şeyler derlerdi ama bu işlem yapıldıktan sonra gerçekten çocukların yukarıda anlattığımız şikayetleri sona ererdi. Ne olurdu nasıl olurdu bilmiyorum. Yukarıda anlattığım korkuluk aldırma olayını kardeşime uyguladıkları zaman bende incelemiş yapılanlara dikkatle bakmıştım. Yine bir rahatsızlık daha vardı o zamanda çocuğun damağında bir nokta çakı ile kanatılır buna da yılancık çizdirmek derlerdi. Mahallemizdeki ilginç kişilerden bahseder iken şimdi anlatacağım kişileri anlatmadan geçmek kesinlikle olmaz. Bizlerden büyük olmalarına karşın kafaları bizlere daha yakın idiler yani nasıl anlatmak gerekiyor bilemiyorum ama mutlaka anlatılmalı di,ye düşündüm. Bu arada Çanakkale’mizde oldukça tanınmış kişiler olup tanımayan da yoktur. Haydi daha fazla uzatmayalım başlayalım anlatmaya.
(Devam Edecek)