YUKARI ÇIK

Çanakkale Travel
Çanakkale Travel
07 Haziran 2020 tarihinde eklendi

Çanakkale ve Yaşadıklarım (10) “Çanakkale’de Düğünler”

Çanakkale’de eğlenceler sünnet düğünlerinden sonra yapılırdı. Sünnet düğünü; bir gece kına gecesi ertesi gün düğün ve kesme işlemi ile aynı gecede “Oturtma Gecesi” denilen eğlence yapılır ve özenle hazırlanmış olan sünnet yatağından, sünnet olan çocuk veya çocuklarda bunu seyrederdi. Evlilik düğününde ise “kına gecesi” yapılır, geç vakit herkes dağıldıktan sonra çerez gezmesi denilen faaliyet başlardı. Bir iki parça çalgı ile beraber kadınlar ve kızlar gelinin arkadaşlarını ve akrabalarını dolaşarak çerez toplarlardı. (ki bunlar genellikle kabuklu tuzlu fıstık kuru üzüm leblebi gibi şeyler olurdu) Bu esnada etrafta bir miktar delikanlı ki bunlar gelinin kardeşleri ile arkadaşları olur, etrafın güvenliğini sağlarlar, fakat başka hiçbir şeye müdahale etmezler ve karışmazlardı. Sadece toplanan çerezleri taşımaya yardım ederlerdi. Bu çerez gezme eğlencesi bitince kadınlar ve kızlar gelin evine giderek toplanan bu çerezleri paylaşarak hem yerler, hem de eğlenceye devam ederlerdi. Kına yakmak ile ilgili olarak aktarmak istediğim bir şeyde şudur. Gelinin eline kına yakmadan önce ipler sarılarak şekiller verilir, kına onun üzerine yakılırdı. Ertesi gün kına çıkarıldığında iplerden dolayı kına değmeyen yerler açık renk, kınalı yerler ise koyu renk olurdu. Birde ele yakılan kına açıldığında yıkanmadan evvel zeytin yağı sürülerek beklenirdi bir süre. İşte o zaman ellere yakılmış olan kınalar siyaha yakın daha koyu bir renk alarak çok daha güzel görünürdü. Ellere yakıldığı gibi kınalar ayaklarına da yakılırdı kadınların. Zaman içerisinde tarlada çalışmakta olan kadınların kınalı ayaklarını görmüştüm. O zamanların kadınlarının güzellik aksesuarları bunlar idi işte. Biz gene düğüne devam edelim. Ertesi gün köy alanında erkekler için içki masaları kurulur, çalgı eşliğinde eğlenilirdi. Gençler masaların kurulabileceği uygun bir yere sıralanır, evde hazırlanan yiyecekler burada hep beraber yenilirdi. Ayrıca içkiler eşliğinde genelde şarap ikram edilirdi. Bazen Rakı ikram edildiğinde

“Falanca yapmış olduğu düğün cemiyetinde Rakı çıkarmış” diyerek anlatılırdı daha sonraları. Düğünde Rakı ikram etmek oldukça önemli bir olaydı ve bir zenginlik belirtisi idi. Neyse yemekler eşliğinde içilir iken sesi güzel olan delikanlılar şarkılar söylemeye başlarlardı. Yalnız bu şarkılar genelde uzun hava şeklinde olduğu gibi yine genelde de ANA üzerine olurdu.

“Aman hasta düştüm gurbete elinde,

Vallah su verenim yoktur anam aman,

Yetiş anam imdade,

Bu yar beni harap etti” gibi sözleri olan şarkılar söylenirdi.

O zamanlar bu tür Ana üzerine söylenen şarkı veya türküler çok tutulmaktaydı. O zamanlara ait yapılmış olan sinema filmlerinde de bunları çok sık görmekteyiz. Hep anne üzerine yapılan oldukça duygusal şarkılardı bunlar. Genelde bu düğünlerde şarap ikram edilirdi. Bunun için Çanakkale’de bu işleri yapan şarap depoları vardı. Bunlardan birisi Çanakkale’de Saat Kulesi’nin hemen arkasındaki sokakta idi ve buradan geçer iken her zaman kesif bir şarap kokusu gelirdi burnunuza. İşte buralara düğün için sipariş verilir ve bu işler için özel olarak yapılmış ağaç fıçılar içerisinde şaraplar at arabalarına yüklenerek düğün yerine gönderilir veya getirilirdi. Bu fıçıların hacimleri yaklaşık olarak en az yirmi litre veya daha büyük olanları da vardı. Düğün evinde herkesin eremeyeceği bir yere konulan şarap fıçısından bir hortum ile şişe veya sürahilere doldurularak ikram edilirdi misafirlere. Çocuklara hortum vasıtası ile şişelere şarap doldurma işi verilirdi ve bu hortumu sifon olarak kullanmak ister iken ağızlarına kaçan şarap ile kısa sürede sarhoş olur, çekilirler bir köşeye ve istifra ederek sızıp uyur kalırlar bir köşede. Nereden biliyorsun derseniz kendimden pay biçiyorum. Ben öyle olmuştum da. Belirli bir zaman sonra da kız alma veya gelin alma denilen adet başlar, erkekler çalgılar eşliğinde kız evinden aldıkları gelini at üzerine koyduktan sonra atın önünde eğlenerek içerek yavaş adımlar ile geline koca evine götürmeye çalışırlar, daha doğrusu ama bu yol üzerinde türlü engellemeler ile kızın eve girişini geciktirirlerdi. Sarhoş gençler kah oturup eğlenerek kah oynayarak saatlerce süren bir yolculuktan sonra genelde akşam ezanına yakın bir saatte gelini yeni evine bırakırlardı. Evlenme düğünlerinden aklımda kalan bir gelenekte Çeyiz sandığı mı?” derlerdi yoksa “Sandık açma mı?” derlerdi işte buna benzer bir kelime idi. O zamanlar bu mutlaka yapılan bir adetti ama bu günlerde tamamen kalktı zannediyorum. Gelin için bir ev açılır, evin bahçesinde sandıktan geline ait çeyizler çıkarılarak ağzı laf yapan bir kadın tarafından bağırarak etraftakilere gösterilirdi. Örnek vermek gerekir ise sandıktan bir havlu takımı çıkarılarak iyice yükseğe kaldırılarak her kese gösterilir bu arada da  “Hamam takımı da vaaaaa!” bir de gelen hediyeler ortaya toplanıp yine aynı şekilde Havaya kaldırılarak “Yengesinden bir tane bileziiiiik!”  veya komşusu “Fatma’dan bir sini” (Tepsi) v.s. gibi gelen hediyeler herkese bir bir gösterilirdi. Bu iyi bir adet miydi, yoksa kötü bir adet miydi bilemem. Düğünde toplanan komşular da etrafa mahcup olmamak için iyi hediyeler getirmek zorunda kalıyorlardı sanırım. Düğünler ile ilgili uygulanan adetlerimiz sadece benim anlattıklarım değildi elbette. Bu düğünlerin öncesinde yapılan hazırlıklar,düğün esnasında yapılanlar ve düğünden sonra yapılan adetlerimizde var ama ben bunları aktaramam  size çünkü bu konuda şimdilik bir araştırma yapmadım. Ben sadece benim gördüklerimi aktarmaya çalıştım.

Bizim köylerimizde olmasa bile civardaki köylerde gelin almaya gelen konuklara “düğün şakası” adı altında çeşitli şakalar yaparlarmış. Bu şakalar bazen oldukça ağır olmalarına rağmen kızı alacak olan yani erkek tarafı bunlara katlanmak zorunda kalırlarmış. Yine büyüklerimizin anlatmalarına göre bu şakaların belirli bir kuralı yok. İnsanlar eskiden öğrendiklerine bakarak bunları daha bir geliştirerek uygulamaya koyarlarmış. Bu şakaların arasında tuvalette kullanılan taharet suyu ibriğinin içerisine içinde eritilmiş acı biber bulunan suyu koyarlar gece tuvalete kalkan misafirlerin bu suyu kullandıktan sonra başına gelecekleri siz düşünün. Gece uyumakta olan misafirlerin odasına kapı altından acı biber tütsüsü yaparak onları olumsuz olarak etkilerlermiş. Kapının altından gelen (köz üzerine konulmuş olan) acı biberlerin kokusu insanları öksürtüp tıksırtmaya başlıyor. Hatta öyle bir tıksırtıyor ki, hem alttan hem üstten ne var ise çıkartıyor dışarıya. Bu kapının altından evin içerisine tütsü ile acı biber dumanı verilmesi olayını bizim mahallede uygulayanlarda vardı.

Komşulardan bazıları şakalarının geçtiğine inandıkları kişilerin evlerinin kapılarının ardından üzerine acı biber konulmuş korları yerleştirdikten sonra yollarına devam ederek başka bir komşuya oturmaya yani gece misafirliğine gider, acı biber tütsüsü ile oldukça rahatsız olan komşu bu şakayı yaklaşık olarak kimin yaptıklarını tahmin ederek bildiğinden o kişiye neden tütsü koyduğu sorulduğunda kendisi sanki yapmamış komşu Aaaa komşu akşam ben falanca kişiye oturmaya gittim inanmazsan sor” diyerek olayı kapatırdı. Bu arada erkek misafirleri ağırlamak bahanesi ile kahveye davet edip çay v.s ikram eder iken bunları servis esnasında üzerlerine dökmek, çeşitli bahaneler ile elbiselerini yırtmak veya kirletmek köy meydanında bulunan çeşmenin yalağına yatırmak v.s gibi şakalar ile gelen misafirleri bezdirirlermiş canlarından. Yemeklerine aşırı miktarda tuz veya biber katmak veya yemekleri tamamen yağsız veya soğansız yaparak servis etmek.v.s, Daha aklıma geldikçe eklerim buraya bu can sıkıcı şakaları.

Düğünde içki içen erkeklerin, gelinin eve girmesine ne kadar zor olarak izin verdiklerini anlatmaktaydık nereye geçtik. Düğün alayının önünde köyün delikanlıları sarhoş bir vaziyette ağır ağır gider iken gelin de arkada atın üzerinde öylece bekler dururdu. Bu bana yıllar sonra yaşadığımız bir olayı hatırlattı yeri gelmişken hemen aktaralım. Arkadaşlardan birisinin düğününde gene böyle oldu. Biga’nın... Kemer köyüne giderek gelini alıp geldik. Oradan çıkar iken de gençler aracın önünü keserek çıkışımızı engellemişlerdi. Biz erken çıkarak yolda beklemeye başladık. Lafa öyle dalmışız ki, gelin arabasının geldiğini bile fark etmedik . Ama onlar bizi görmüşler korna çalarak bizi uyardılar ve yanlarına gittiğimiz zaman çıkarıp bir şişe rakı verdiler. Bu ne deyince de “arabanın önünü kestiğiniz için” dediler yola devam ettiler. Biz bacanakların eve gelince çatıya çıkarak masayı kurduk ve hem içiyor, hem de oradan düğünü izliyorduk. Saat gece 22.00 civarına gelmişti. Yukarıda bahsettiğim gibi gençler arabanın önüne oturarak eğleniyorlar, gelinin eve girmesini geciktiriyorlardı. Biz bacanakla oturur iken “yahu bacanak bu gelin yaklaşık olarak sekiz saatten beri arabanın içerisinde. Haydi karnı acıksa daveya susasa da  ihtiyacı giderilir ama ya tuvalet ihtiyacını nasıl giderecek yazık değil mi? Gel bunun çaresine bakalım deyince bacanak “yahu sen ne yapıyorsun deli misin böyle şey olmaz” deyince “ben bu işin çaresine bakacağım” dedim. Hemen aşağıya inerek halayı bulduk ve olayı anlattık. Halanın başına gelinin duvağını giydirdikten sonra şoföre uzun farları yakmasını istedik. Tam bu esnada gelini yan tarafa çekerek aldık ve kalabalığın arasına sokarak kaçırdık. Eve soktuk. Kızcağız ne dualar ediyordu bize “fazla oyalanma. Eğer senin olmadığını fark ederler ise olaylar çıkar. Hemen işini bitir ve yerine geç” dedik. Gelin hazır olunca tekrar aynı işlemleri yaparak gelini arabaya sessizce sokarak olayı normale çevirdik.

Halanın sorusu çok güzeldi! “Ya yakalansaydık. Ne olacaktı?”

Bazen Televizyonda bazı yörelerimizde yapılmakta olan bu tür oyunları sergiliyorlar. Çanakkale de yapılan düğünler ilk zamanlar köy düğünlerindeki gibi yapılmakta ise de zaman içerisinde değişime uğramaya başladı. Aynı köy düğünleri gibi başlayıp, çok küçük değişiklikler gösterir iken daha sonra tamamen değişti. Bu ilk değişiklikler bir kere sünnet düğünlerinde başladı. İlk olarak at üzerindeki sünnet gezmeleri değişerek Fayton üzerlerinde yapılmaya başladı bu gezintiler. Daha sonraları “Oturtma Geceleri” denilen eğlence ortadan kalktı. Bir zaman sonra da bu düğünler salonlara taşınarak eski adetlerimiz tamamen bırakılarak bizim kültürümüze tamamen yabancı olan ve bizlere hiç uymayan salon düğünleri devri başladı. Diğer düğünlerde başlangıcından itibaren konu komşu ve akrabalar bu düğünü sahiplenerek ellerinden gelen maddi manevi bütün yardımları yaparlar (yemek hazırlıkları, gelen misafirlerin ağırlanması v.s. gibi) her konuda birlik olunur ve düğünün hazırlığından itibaren bitinceye kadar yardımcı olunur iken, salon düğünü devri başlayınca bu tür yardımlaşmalarda sona erdi. Akşam yabancı gibi salona gelen konu komşu daha sonrada geldikleri gibi sessizce ayrılıp dönmeye başladılar buradan kendilerine tamamen yabancı olan müzik ve danslardan. Yani kültürümüzü bırakarak salon düğünü yapmak Avrupalılık ise  aman haaa!!! eksik olsun istemiyorum Avrupalı olmak. Burada çalınan müzik ve danslara da alışamadı insanlarımız çok uzun bir süre. Daha sonraları oyun havaları da orkestraya uygulanabilince karma bir hal aldı bu salon düğünleri. Hiç sevmedim sevemedim.

Daha evvel yapılan bir düğünü anlatmıştım şimdi mahallede yapılan bir sünnet düğününü aktarayım da gelecek kuşaklara bir anı olsun. Mahallede çayırlığa dik olarak çıkan sokak. Sanırım adı da Karanfil Sokak olmalı bu günlere göre. Yoldan karşıdan karşıya gerilen kalın urganlar üzerine atılan kilim v.s.gibi nesneler ile yol trafiğe ve yabancı gözlere karşı kapatıldı. Bir gece yapılan kına gecesinde kadınlar toplanarak eğlenip oynadılar ve adetlerimize göre sünnet çocuğu eğlendirildi. Kadınlar çalınan oyun havaları ile ortaya çıkarak yalnız veya gruplar halinde oynarlar. Bir zaman sonra pijamaları giydirilmiş olan çocuk ortaya getirilir ve çalınan havalar ile oynatılır, güzel bir tabak içerisine suyla karıştırılarak karılmış olan kına, etrafına mumlar yakılmış olarak özel bir sözleri olan bir mani eşliğinde ortaya getirilirdi. Kınayı genelde büyük anneler yakar, bunlar sağ değil ise sülaleden en büyük bir kadın tarafından yapılırdı. Tabak içerisinden alınan bir parça kına, çocuğun avucuna konur, daha sonra yine ele alınan bir parça kına el içerisinde şekillendirilerek çocuğun sağ elinin baş ve işaret parmaklarına kınalar konur ve daha önceden hazırlanan bezler ile sarılarak bağlanırdı. Eline Kına yakılmış olan çocuk, misafirleri dolaşmaya başlardı. Misafirlerde çocuğu güzel sözler ile tebrik ederek para verirlerdi. Daha sonra çocuk içeriye alınarak yatırılır, buda kına gecesinin bittiği anlamına gelirdi. Düğün evinin bahçesi var ise orada, yok ise bir komşunun bahçesine kurulan bir mutfakta yemekler yapılır gelen misafirlere ikram edilirdi. Mutfakta yemek yapma işlerini komşular üstlenirdi. Ertesi gün öğleden sonra evin yanına kurulan masalarda, gelen misafirler yemek yer daha sonrada erkekler buraya toplanarak içki faslı başlardı aynı masaların üzerinde. Çalınan müzikler eşliğinde hem oynanır hem de oynayanlar o yörenin ağzı ile (Caba, Şaba =Bahşiş ) gibi kelimeler ile ifade edilen, oynayan kişinin şerefine çalgıcıya verilen para ile heyecan iyice artardı. O zamanların en meşhur parçalarına gelince “Dol kara bakır dol, ağzına kadar dol”  veya  Ölü tavuk pişirdiler soframıza getirdiler” diye sözleri olan çok hareketli bir oyun havası idi. Genelde gençler ve kadınlar oynardı bu hava ile. Daha sonraları yine oldukça hareketli ve hoş sözleri olan bir şarkı daha çıktı piyasaya ki bu o zamanların enflasyonu ilde oldukça bağıntılı bir oynak oyun havası idi.

“Aman bu fasulya iki buçuk lira, hem kaynasın hem oynasın, hadi kızım yandan,yandan” diyerek çalınır söylenir olmuştu. Meğer kuru fasulyeye zam gelmiş millette alacak güç olmadığından ve Allah’ın Kuru fasulyesi iki buçuk lira gibi bir fiyata yükseldiğinden çalınır söylenir hale gelmişti. Halkımız espri ile karışık zamları gündeme taşımıştı işte. Erkekler ise daha çok kasap havası ile oynarlardı ama her düğünde mutlaka “Harmandalı” parçası çalınır ve güzel oynayanlar mutlaka bu parça ile oynar ve herkeste seyrederdi. Birde halay çekilirdi mutlaka ve yavaş, yavaş başlayan müzik ve buna uygun yavaş hareketler ile başlayıp daha sonra müziğin hızlanması ile hareketlerde hızlanır oldukça güzel bir oyun sergilenirdi toplu halde. Şimdilerde bu parça hala çalıyor ve grup halinde oynanıyor. İnşallah unutulmaz.!!!!! Bu Bazen öyle olur ki verilen cabalar düğün sahibi ile çalgıcılar arasında anlaşılan parayı geçerdi. Akşamüzeri sünnetçinin gelmesi ile hazırlık başlar, bu arada at veya fayton ile çocuklar gezdirilirdi. Bir Faytona çocuklar biner hemen ikinci bir faytona çalgıcılar biner ve gezmeye çıkılır. İlk zamanlar faytonlar ile gezilir iken şehir içerisinde gezilir, en uzak nokta Hastane Bayırı olurdu. Geri dönüşte sünnetçi hazırlanmış olur çocuk kıyafetlerini çıkartıp daha rahat olan sünnet gömleği giydirilir bildiğiniz gibi bu uzun bir gömlek olup etekleri dizlere kadar inerdi. Kesme işlemi şimdiki gibi çok modern değildi elbette. Bir veya iki kişi sıkı bir şekilde çocuğu tutar iken, sünnetçi işini yapmaya başlar, bu arada çok cesaretli olan çocuk hemen yanındaki birisinin teşviki ile “Yaşasın Cumhuriyet” diyerek bağırır ve bu kişi çocuğun ağzına kocaman bir lokum sokarlardı. Zaten etrafın kalabalığı ve korkudan ne yapacağını şaşıran çocuk ağzına tıkılan bu kocaman lokumu yutsun mu, çiğnesin mi, yoksa çıkarsın mı  şaşırmış bir halde iken işlem biter çocuk yerine yatırılır idi. Hijyene ne kadar uyulur bilemem bir defter (sayfasının) kabının içerisine konulmuş olan bir mikta rsarı toz verilir ve bunun zaman içerisinde kesilen yere dökülmesi istenirdi. Bu sarı toz akan kan ile beraber birleşerek kalın bir kabuk tabakası oluştururdu. oluştururdu. O gece çişe kalkıp yapabilmek bir ıstıraptı çocuklar için. Kalın kabuk arasından çiş çıkmaz, çıkarken de mutlaka kanama yapardı. Bizim arkadaşlardan birisi bu şekilde zor bir gece geçirmiş ve sabahı zor yapmıştı. Ertesi sabah biraz daha rahatlayarak sere serpe bir vaziyette yatar iken üzerindeki gömleği, değerek acıtmasın diye yukarı çekilerek bırakılmış ve bütün ev halkı derin bir sabah uykusuna dalmışlardı. Bu arada canhıraş bir feryat ile herkes “acaba ne oluyor?” diyerek ayaklanınca, önce hızla kaçan bir kedi fark ediyorlar evin içinde. Daha sonrada çocuklardan birisinin kanlar içinde olduğunu görerek telaşlanıyorlar. Sabahleyin nerden geldiği belli olmayan bir kedi bu açıkta kalan ve tepesi de kalın bir kabuk bağlamış rengarenk nesneyi kanlı olarak görünce bizim kedinin avcılık damarları tutmuş olacak ki, hızla atlayarak sünnet yerine pençesini geçirerek parçalıyor. Uyku arasındaki korku ve can yanmasını siz düşünün artık. Fakat biz çocuk olarak bu olayı duyunca çok gülmüştük. Arkadaşımızda bu olaydan oldukça utandı. Günlerce kendisine takılarak “kedi hepsini yiyip bitirdi mi? Hiç kalmadı mı?” diyorduk. Sünnet çocuğu ilk önce bu takılmalarımıza kızarak cevap vermeye başlamış iken daha sonraları bu kızgınlık ile başa çıkamayacağını anlayınca ayağındaki şort tipi pantolonunu sıyırarak “kendiniz bakın bakalım duruyor mu?” diyerek meseleyi kökünden halletti. Bizde birkaç kez daha takılarak ondan sonra vazgeçtik bu takılmalardan. Çünkü kızmıyordu artık. Yeri gelmiş iken o zamanın en meşhur sünnetçisi Dümrekli diye anılan birisiydi. Çanakkale’nin Dümrek Köyü’nden imiş. Bu kişiye sünnet yaptırmak bir ayrıcalıktı insanlara göre. Çünkü en iyisi o diye adlandırılırdı ne kadar doğru ise. Bir günde oldukça çok kişiyi sünnet etmesiyle ünlüydü. Eli o kadar hızlı imiş ki anlatılamaz. Yazlık İnci Sinemasında yapılan bir büyük sünnet şöleni vardı. Şehrin bütün fakir çocukları burada sünnet ettirilmişti Belediye tarafından toplu halde. Oldukça fazla miktarda olan çocukları çok kısa bir sürede sünnet ederek ününü artırmıştı. Bu toplu sünnetlerden birisinde çocukların kesilme esnasında bende orada bulundum seyirci olarak. Bu çocukların hepsi uzun sünnet gömleklerini giyerek sıraya geçmiş beklemekte idiler kurbanlık koçlar gibi. Hemen yan tarafta insanların toplandığı bir yerde çocuklar yaklaşık olarak onarlı olarak sıraya geçiyorlar yukarıda anlattığımız kesme işlemi başlıyor ve Dümrekli sanki seri imalat yapar gibi bir çocuğu keserek yatağa gönderince hemen yanındaki çocuğa geçiyor arkasında bulunan yardımcısı üzerinde malzemelerin bulunduğu örtüyü çekerek hemen onun yanına geliyordu. Bu arada sünnet anında çocuklardan bağırarak ağlayanlar olduğu gibi beklemekte olan aileleri de sesli bir şekilde ağlamaktaydılar heyecandan. Kuyruğa geçerek sıranın kendisine gelmesini beklemeye çalışan çocuklardan bazıları bu bağırıp ağlayan insanları görerek daha fazla korkarak sıradan çıkarak kaçmaya başlıyorlardı. Bunlar genelde sinemanın tuvaletine kaçıp orada saklanmaya çalışıyorlar, ama kaçacak başka yer olmadığı için kısa sürede yakalanarak tekrar sıraya sokulmaktaydılar. Bunun yanında dışarıya kaçarak Hafız Cahit’in dükkanına doğru koşan çocukları hatırlamaktayım beyaz gecelikler içerisinde bağırarak koşan. Arkasında babası ve birkaç kişi daha onu yakalamak için kovalamaktalar. Şimdi vereceğim örnek oldukça abartılı gelecek ama uzun yıllar sonra filmlerde Almanların soykırım için Yahudileri yok etmek için toplama kamplarında sıraya sokarak gaz odalarına göndermelerini seyredince aklıma hemen burada gördüğüm sahne gelmişti. Ne alakası var ise? Beni ne kadar etkilediğini anlayın artık. Çok uzattık. Dönelim yazımızın ana temasına gene. Adet ve kültürümüzün unutulmaması dileğiyle.

Düğün ve köy hayırIarının yapıldığı alanın hemen yan tarafına satıcılar gelerek tezgah açarlardı. Benim hoşuma gidenlerden bazıları şunlardı bu tezgahta büyük çuvallar içerisinde getirilmiş kabuklu tuzlu fıstıklar bulunurdu ve herkesin hoşlandığı gibi bunlardan alarak yemeyi ben de çok severdim. Hele bazen kabukları yanmaya yüz tutmuş bir şekilde olanların tadı daha da güzel olurdu. Başka zamanlarda da bunları bulabilmemize rağmen nedense düğün yerindekiler daha bir başkaydı. Birde beş kuruş vererek aldığımız deve vardı. Deve kelimesi oldukça ilginç gelmiş olmalı!! Bunun ne olduğunu şimdiki çocukların bilmesine imkan yok tabi ama bizim yaşıtlarımıza bunu anlattığınızda mutlaka hatırlayacaklardır. Satıcıya beş kuruş vererek deve istiyorum dediğimizde hemen kutunun içerisinden aldığı iki adet bisküvi arasına bir adet lokum koyarak bunu yavaş hareketler ile bastırıp lokumu ezer ve bize verirdi. Gerçekten çok leziz olurdu meret. Bunların yanında yiyecekler arasında leblebiler, leblebi şekerleri, kaba şeker denilen bir çeşit akide şekeri ve elbette ki karamele şekeri birde en ucuzlarından bilezik yüzük toka v.s. gibi şeyler satılırdı. Ama kabuklu tuzlu fıstıklar en çok aranan idi. Karamela şekerinin benim için önemi büyüktü çünkü çok severdim. Eğer taze olarak bulabilirseniz tadı gerçekten enfes olurdu. Şimdilerde bu şeker türü yok yapılmıyor her halde. Bunu nasıl yapılır bilemem ama tadı hala damağımda. O zamanlar (telli kağıt denen parlak ve çeşitli renklerde) alüminyum kağıtlar içerisine bir miktar, sıkıştırılmış ağaç talaşı ile bu parlak kağıt itinalı bir şekilde sarılarak bir top haline getirilir ve bunun uç tarafına yaklaşık olarak elli santimetre uzunluğunda ince ama sağlam bir lastik bağlanırdı. Bu lastiğin uç tarafındaki küçük halkayı parmağınıza taktıktan sonra bu topu karşıya veya sizin istediğiniz her hangi bir yöne attığınızda bu top atılan kuvvet kadar bir miktar gider, ondan sonra da tekrar sizin avucunuza gelirdi. Bu da o zamanların oldukça sevilen oyuncaklarından birisi idi. Sanırım adına Yoyo diyorlar. Hemen her çocuk bununla mutlaka oynardı. Zaten dikkatsizce atıldığında etraftaki sert bir şeye çarparak parçalanır, içerisindeki talaşlar dökülür ve kullanılmaz hale gelirdi. Haydi bir tane daha almak zorunda kalırdınız. Bu Hayırlar bizim ve diğer insanlar için oldukça önemlidir.

Bazı köylerin yıllık olarak yapılan Hayırları vardı. Bu Hayır denilen olay kelime anlamı ile Hayrına ,Hayırlı olsun veya Sevabına anlamı olması lazım. Bu köy Hayırlarından başka birde Hacı Hayırları vardı. Hacıdan gelen insanlar bir süre sonra bulundukları yerde Mevlit okutarak pilav dağıtırlardı. Köy Hayırları da bunun gibi olmasına rağmen bahsedilen o köyler ile uzaktan yakından ilişkileri olan insanlar burada toplanarak buluşurlardı hayır zamanında. Aklımda kalan en ünlü köy Hayırları Kemel Köyü Hayır’ı Saraycık Köyü Hayır’ı idi. Buralara mutlaka giderdik. Kemel köyünün hayır yapılan yeri geniş bir arazi idi. Az ileride tepenin üzerinde kocaman bir tane Yel değirmeni vardı. Dışı taş bloklardan örülmüş olan bu yüksek binanın kuzeye bakan tarafında kocaman bir tane pervanesi vardı, uzun ağaç dallarından yapılmış rüzgarın esmesi ile dönüyordu. İçine girerek nasıl çalıştığını inceledim çocuk kafamla. İçeride kocaman yuvarlak kalın bir taş vardı ve bu sabit olarak duruyordu. Üzerinde ondan az küçük fakat aynı kalınlıkta bir taş daha vardı ve yel değirmeninin pervanesi bunu döndürüyordu. Bir sürü dişliler yardımı ile bu taş dönmekteydi. Yani rüzgarın döndürdüğü büyük pervane uzun ve kalın bir mili döndürüyor ve bu milde çeşitli dişililer yardımı ile bu büyük taşı döndürerek, arasına orta noktadan dökülen buğdaylar ezilerek un haline geliyordu. Yalnız burada kullanılan dişli aksamların tamamı ağaçtan yapılmış idi ve demir aksam yok denecek kadar azdı. İçeriye girdiğinizde dönmekte olan taşın çıkardığı uğultulu bir ses ile yoğun bir taze un kokusu karşılıyordu sizi. Çok ilginç gelmişti bana o zamanlar. Büyük bir ağaç dairenin üzerine kalın ağaç dalları sokularak dişliler meydana getirilmişti ve bu dişliler birbirleri ile temas ederek dönme esnasında gıcırdamaya benzeyen sesler çıkartıyordu sanki üzerindeki yük çok fazla gelmişte yorgunluk ve ıstıraptan inliyor gibi.

(Devam edecek)

9.686 kez okundu
Yazarın Diğer Yazıları
Çanakkale ve Yaşadıklarım (38) ”1960’lı Yıllarda Hamidiye Tabyaları” 20 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (37) ”1960’lı Yıllarda Çarşı Caddesi ve Sahildeki Esnaflar” 13 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (36) ”1960’lı Yıllarda Çamburnu’nda Balık Tutma Maceram” 06 Aralık 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (35) “Eskiden Hamidiye Tabyalarının Ön Kısmında Denizden Barut Çıkarırdık” 29 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (34) “1960’lı Yıllarda Denizcilik ve Kabotaj Bayramları Çok Renkli Olurdu” 22 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (33) ”Çanakkale Boğazı’nda 1966 Yılı Kasım Ayı Başında Batan Arabalı Vapuru” 15 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (32) “Yıllar Önce İmece Usulü İle Salça ve Erişte Yapma Maceralarım” 08 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (31) ”1960’lı Yıllarda Çanakkale’de Yaşadığım Depremler” 01 Kasım 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (30) “1960’lı Yıllarda Çanakkale Havaalanı Yakınlarına Düşen Uçak” 25 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (29) “1960’lı Yıllarda Çanakkale Panayırı” 18 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (28) “Çanakkale’de 1960’lı Yıllardaki Kestaneci Avat ve Şamcı Nuri Unutulur mu?” 11 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (27) “1960’lı Yıllarda Özbek Köyü” 04 Ekim 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (26) “1960’lı Yıllarda Yukarıokçular Köyü” 27 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (25) “1960’lı Yıllarda Kordon Boyunun Güzellikleri” ” 20 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (24) “1960’lı Yıllarda Çanakkale’deki Sinemalar” 13 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (23) “Bir Zamanlar Havuzlar Mevkiinde Hafta Sonu Eğlencelerimiz” 06 Eylül 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (22) “1960’lı Yıllarda Gazete Dağıtıcısı Nara Zeki ve Çanakkale Esnafları” 30 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (21) “Çanakkale’de 1960’lı Yıllarda Faytonla Yolculuk“ 23 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (20) “1960’lı Yıllarda Çanakkale’de Esnafların Çoğu Museviydi “ 16 Ağustos 2020
Çanakkale ve Yaşadıklarım (19) “1960’lı Yıllarda Barbaros Mahallemizin Unutulmaz İsmi Cafer“ 09 Ağustos 2020